Engelsiz Kariyerin Zirve Sembolü: Ayça Akın



Sağlık kimin için garantidir ki? Bugün sapasağlam olan birisinin yarın, hatta 10 dakika sonra sağlam kalacağına dair bir garanti belgesi maalesef elimizde yok. Dolayısıyla “her insan, bir engelli adayıdır” cümlesi, hiç kimsenin aklından çıkmamalı… Bununla beraber, bugün “engelli” diye kategorize ettiğimiz insanlar, inanın “sağlam” diye nitelendirdiğimiz birçok insandan daha “engelsiz”… Niçin mi? Çünkü engeller beynimizde; başka bir yerde değil… Bu bakımdan zihninin pencerelerini gelişime, değişime, tekâmüle kapamış olanlar, işte asıl onlar engellidirler, bu insanlar bedenen sağlam olsalar bile… Beyninin sınırlarını gelişime açmış kişileri ise “engelli” olarak isimlendiremeyiz, bu kişilerin doğuştan ya da sonradan herhangi bir rahatsızlıkları oluşmuş olsa bile…

İşte bu yazımızda size, beyninin, zihninin sınırlarını aşmış, bedenen rahatsızlığı olsa bile yaşam tarzıyla bize ”engelsiz” bir yaşam örneği sunan yazar Ayça Akın hanımefendiyle tanıştırmak istiyoruz. Gelin Ayça Akın’ın hayat hikâyesinin kısa bir özetini kendi kaleminden okuyalım:

“Üç yaşındayken doktor hatası yüzünden RA (Romatoid Artrit) hastalığına yakalandım. Önceleri buna sebep olan doktora kin, öfke ve hatta nefret duydum; ergenlik döneminin bitimine kadar, tam anlamıyla dibe vurmuş bir hayat yaşadım. O yıllarımın hemen her günü hastane ortamlarında, doktorların yanlarında geçti. Kesin çözümü olmayan ve ömür boyu kontrol altında tutulması gereken bir rahatsızlık ve bunun yanında yine doktor hatası yüzünden, yani yanlış tedavi yüzünden fiziksel sorunlar, beraberinde gelen "engelli" sıfatı… Okul çağlarında yaşanan dışlanmaların beraberinde, büyüdükçe ve olan biteni idrak etmeye başladıkça yaşanan psikolojik bulanımlar...



Hayat bu olmamalıydı; tüm bunları yaşamak zorunda bırakılan kişi neden bendim? Bilincimi kazanmaya başladıkça sorgulamalar da birbirini izledi. Bu süreç içinde okul hayatıma devam ettim. Adım atmanıza dahi izin vermeyen ağrılar, içinde bulunduğunuz durumdan dolayı yaşadığınız gelecek endişeleri ve devam eden sorgulamalar... Evet, okul hayatıma devam etmek zorundaydım ama sonuçta elimde kalan hiçbir şey olmayacaktı. Çektiğim ağrılardan ve fiziksel durumumdan dolayı iş bulma şansım çok azdı. Öyle ya, sürekli mızmızlanan birini kim ne yapardı ki? Lise eğitimimi mecburi olarak yakın çevremizdeki meslek lisesinden aldım. Hocalarımdan birçok kez, elimdeki deformasyondan dolayı “sen grafik bölümü okuyamazsın” söylemlerini duydum. Herşey ve herkes sanki beni bitirmek için ağız birliği yapmıştı. Bütün bunların ve daha nicesinin mücadelesini verirken, rahatsızlığımdan dolayı gözümü kaybetme noktasına geldim. Meslek olarak grafik tasarımını seçmiş biri için bu, felaketin ta kendisiydi. Tanrı'ya olan inancımı kaybetmiş, her günümü ve gecemi Tanrı'ya sesli bir şekilde isyan etmekle geçirir olmuştum. Neden ve niye ben? Spritüel yaşam, düşünce gücü, çekim yasası ve kişisel gelişim ile tanıştıktan sonra tüm bu sorular cevaplarını buldu: “Her şeyin sorumlusu bendim.” Evet, yanlış okumadınız, sadece bendim!

Lise eğitimimi, meslek lisesi grafik bölümünde tamamladım ve Onur Ödülü olarak mezun oldum. Üniversite eğitimimi Kadir Has Üniversitesi Grafik bölümünde tamamladım ve Kadir Has Üniversitesi Teknik Bilimler Meslek Yüksekokulu Dönem Birinciliği ödülü alarak mezun oldum. Mezun olduktan sonra, bir yıl yabancı dil eğitimine devam ettim. Reiki, Yaşam Koçluğu ve Çekim Yasası eğitimleri aldım. 2006 yılında özel bir sektörde, grafik tasarımcısı olarak iş hayatına başladım. 6 yıl aynı firmada çalıştıktan sonra, sektörün öncüsü olan bir reklam ajansına geçtim. Tasarımcı kimliğime yazarlık ve danışmanlığı da ekledim. Başta sağlıklı ama daha sonra da “engelli” sıfatını taşıyan herkese cesaret vermesi ve ışık olması amacıyla “Hadi Cesaret” adlı ilk kitabımı, daha sonra da “Yaşamak Şart” adlı ikinci kitabımı yazdım; seminerler verdim ve hâlâ veriyorum. TV programlarına çıkıyor, röportajlara katılıyorum, imza günlerimde okuyucularımla buluşuyorum.”

İşte size yaşama sevincini, coşkusunu aşılayan cümleler… Ayça Akın, bugünlere kolay gelmemiş tabi… Yemek bile pişmeden yenmiyor, çay kaynamadan içilmiyor… Ayça Akın da nice badirelerden geçmiş, kısaca kendini pişirmiş hayatın içinde… Azim ve kararlılık kalkanlarıyla donatmış kendini ve bugünlere gelmiş… Şimdi insanlar onun kitaplarını okuyarak hayata dair birçok şeyi öğreniyor, seminerlerine katılıyor, TV programlarını izliyor…

1981 İstanbul doğumlu olan Ayça Akın, aynı zamanda Artrit ile Yaşam Derneği'nin üyelerinden… 30 yıldır bu hastalıkla savaşan Akın, RA’nın vücudunda yarattığı hasarlara inat, hem grafik sanatçısı oldu, hem de “Hadi Cesaret!” ve “Yaşamak Şart” adında iki kitap yazdı.

Ayça Akın’a daha 3–4 yaşlarındayken,  ateş ve yorgunlukla birlikte seyreden bademcik hastalığı teşhisi konuldu. Ancak Ayça, ayaklarının üzerine basamıyordu ve kolları da şişmeye başlamıştı. Bileklerindeki iltihapların cerrahi olarak alınmasına karar verildi. Ancak yapılan en büyük hatalardan biri de buydu; çünkü kesecikler alınınca, iltihap bütün vücuduna yayıldı. Artık yürüyemiyordu bile... Teşhis konulması ise yıllarını aldı. Okula başladığında, hastalık vücuduna çoktan hasar vermişti bile… Zayıftı, güçsüzdü, zor yürüyebiliyordu…

“Ben hayatımı ‘önceki’ ve ‘sonraki’ diye ikiye ayırdım.”  diyor Ayça Akın ve bugün keyifli bir hayatın tadını çıkardığını söylüyor. Önceki hayatında yalnız büyüyen Ayça'nın, kendini yenilemesinden bu yana bir sürü dostları var. Her hafta, hastane ortamlarından çıkamayan Ayça, şimdi altı ayda bir olmak üzere, yalnızca iki doktorunun yüzünü görüyor... O da rutin kontroller nedeniyle… Önceki hayatında çok sık kullandığı "çok mutsuzum" cümlesini "ben mutluyum" cümlesine çeviren yazar, maddi-manevi, her istediğini elde ettiğini, geçmişin kötü deneyimlerini güzel anılara çevirdiğini söylüyor. O artık "keşke" kelimesini sözlüğünden çıkarmış… Önceki hayatında Tanrı'ya olan inancını yitirmiş biri olarak yaşayan Ayça Akın, şimdi güne, O’na teşekkür etmeden başlamıyor…

Evet, Ayça Akın’ın hayat hikâyesinin herkese feyz ve cesaret vereceğini umuyoruz. Kitaplarıyla olduğu kadar, seminer ve röportajlarıyla da birçok kişinin “Hadi Cesaret!” dediğini sanki duyuyoruz. Satırlarımızı, yine Ayça Akın’ın cümleleriyle sona erdiriyoruz:

“Sizler de yeniden başlayabilirsiniz. Ben yapabildiysem sizler de yapabilirsiniz. Sadece HADİ CESARET!”

Ayça Akın ile iletişim için: www.aycaakin.com


Selçuk ALKAN
selcukalk@hotmail.com
Süper Beyin Dergisi

Beyinsel Değişime Hazır mısınız?




Değişime ilk olarak beynimizden başlayarak, yaşam tarzımızda değişmeye adım atabiliriz.“Nasıl olur? Yıllardan beri yaşadığım bu hayatı bir kalemde sen mi değiştireceksin?” gibi hayıflanmaları duyar gibi oluyorum. Elbette kolay olmayacaktır. Ama işe bir noktadan başlamak gerektiği düşünülürse, çözüme gideceğimiz muhakkaktır.

Değişimle başlayan yolculuk, gelişimle devam eder. Değişim denilen sihirli kelime esasında birçoğumuzun hayatını derinden etkilemiştir. Hayatın her safhasında kendimizi yenileme ihtiyacı duyarız. Zaten hiçbir şey de sabit kalmıyor. Biz görmesek bile vücudumuzdaki deriler dahi yenileniyor. Muhteşem bir düzen ve mükemmel bir işleyiş var. Peki, değişime neden ihtiyaç duyarız? Cevap gayet açık: Beynimiz böyle istiyor.

Beyin üzerine yazdığı kitaplarıyla tanınan Dr. Daniel Amen’in “ Change Your Brain, Change Your Life” isimli kitabı bizi, beynimizdeki değişim konusunda çok iyi aydınlatıyor. Kitabın Türkçe karşılığı “Beyninizi değiştirin Hayatınız değişsin”dir. Hem güzel bir slogan, hem de bizi değişime teşvik eden bir cümle. Sürekli olarak sıradan bir hayat yaşamak, belli bir zaman sonra insanın üretkenliğini azaltmaktadır. Özellikle bu tip olaylar kendini günlük akışın seyrine bırakmış insanlarda daha sık görülür. Esasında bu, bir hastalıktır. Hiçbir şey yapmak istememe hastalığı da denilebilir. İşten eve, evden işe, eve gelince yemeğe, yemekten sonra televizyona, ardından rahat bir uyku için yatağa gitme aktiviteleri... Sizce böyle bir yaşam tarzından üretkenlik adına ne bekleyebiliriz veya bu tip bir yaşam nasıl değiştirilebilir? Değişime ilk olarak beynimizden başlayarak bu yaşam tarzında değişmeye adım atabiliriz. 

“ Nasıl olur? Yıllardan beri yaşadığım bu hayatı bir kalemde sen mi değiştireceksin?” gibi hayıflanmaları duyar gibi oluyorum. Elbette kolay olmayacaktır. Ama işe bir noktadan başlamak gerektiği düşünülürse, çözüme gideceğimiz muhakkaktır. Örneğin, her gün yapılan standart işlerin yanına, ufak tefek aktiviteler koyarak değişime adım atabilirsiniz. Bir gün, hiç çay veya kahve içmediğiniz bir yere gitmek, iki-üç gün sonra, yaşadığınız yerdeki yeni açılan mekânları keşfetmek gibi faaliyetlerle, beyninizi sıradanlığın dışına çıkararak farklı alternatifler denemeye zorlamalısınız. Aksi takdirde değişim sürecinde ilerleme çok ağır olacaktır.

Değişim bir nevi korkularla yüzleşmeyi de beraberinde getirir. Yapmadığınız şeyleri denemeye başlamak sizin toplum tarafından nasıl karşılanacağınız sorusunu ortaya çıkartır. Bu konuda Dr. Daniel Amen’in 18/40/60 Kuralı’nı düşünün. “ 18 yaşındayken, herkes senin hakkında ne düşünür diye endişelenirsin; 40 yaşındayken, başkalarının senin hakkında ne düşündüğü umurunda bile değildir; 60 yaşındayken, kimsenin senin hakkında bir şey düşünmediğinin farkına varırsın.” Olaya bu açıdan baktığımızda endişelenecek hiçbir şey yok. Şu andan itibaren değişime başlamanın tam zamanı. Unutmayın: “ Değişmeyen tek şey, değişimdir.” Okuduğunuz şu son satırlardan sonra sizi değişime ilk olarak ben davet etmek istiyorum: Değişim Yolculuğuna Hoş Geldiniz!


Hakan BİROL
dahibeyin.blogspot.com


Yıldız Falıyla Sağlık Durumunuzu Öğrenin



Doğum tarihinizin sağlığınız üzerinde bir etkisi vardır. Bunu diyen yıldız falı değil, bilimdir. Hava durumu toplumu etkiler mi ya da gezegen ve yıldızların gerçek gücü var mı? Ya bunlar doğru olsaydı.

Kova burcunun parasal sorunları olacakken, koç burcunun bu yıl sağlık durumunda sorunları olacak. Bu tahminlere şaşkınlıkla bakıyorsunuz. Bununla birlikte, birçok bilimsel araştırma doğum tarihiyle ve bedensel - ruhsal sağlığımız üzerinde etkisini inceliyor.

Burç, sağlıktır.

Birçok araştırma, bazı karışıklıları ve doğum tarihi arasındaki ilişkiyi araştırıyor. Örneğin, Avustralyalıların yaptığı araştırma gösteriyor ki, doğumdaki verimlilik doğum ayı ile ilgilidir. Yazın doğan kadınlar diğerlerinden daha az çocuğa sahiptir. Yine, temmuz/ağustosta doğan kadınlarda menopoz erken olurken, sonbaharda doğanların ise menopozu geç olur.

Astım ve genel alerjiler doğum tarihiyle ilişkilidir: eylül ve şubat ayı arasında doğanlar bu tür hastalıklara karşı risk grubundadır.  Crohn hastalığı ve daha çok bağırsak iltihaplanması da doğum tarihiyle alakalıdır. Kasımda doğanlarda Ms hastalığı, mayısta doğanlardan daha azdır. Beyin kanseri riski, ocak ve şubatta doğanlarda daha çok, temmuz ve ağustos ayında doğanlarda daha azdır.

Kısacası, ikizler üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, psikolojik özellikler, boyda, ağırlıkta, tansiyonda olduğu gibi doğulan ayla bağlantılıdır.

Güneşin Çocukları…

Ama bilimler yıldızların hayatımızı etkileyebileceğini nasıl ileri sürebilir? Endişelenmeyin, bilim, astrolojinin terimlerini aramadı, ama bilim, doğum ayına göre, hamilelik ve hayatın ilk ayları büyük çevresel faktörlerden etkilenebileceğini gösterdi. Örneğin, anne besini mevsime göre değişebilir. Yazın çocuk doğduğunda, anneler emzirme sırasında daha çok meyve ve sebze tüketir.

Aynı şekilde, güneş doğum ayına göre anne ve bebek için aynı olmayacak. Oysaki UV ışınları D vitamininin oluşumundan sorumlu ve bazı hormonsal döngüyü etkiler. Mevsime bağlı olarak farklı alerjenlere bağlı olma, tartışmalı olsa bile hassasiyetin az çok önemli olduğunu açıklar. Elbette, bu açıklamalar, dünya üzerinde “yıldız sağlığı”nı genellediğimiz anlamına gelmez. Meteorolojik şartları ve her bölgenin besin alışkanlığını göz önünde bulundurmamız gerekir. İrlanda’daki bir oğlak burcunun sağlık durumu, Avustralya’daki bir koç burcunun sağlık durumuna daha yakın olacaktır.

Zihin ve Yıldızlar

Zeka da aynı şekilde doğum ayından etkilenir. Depresyon gibi hastalıklar (intihara eğilimli hastalıklar) doğum tarihi ile ilişkili olabilir.  Bilimsel açıklama için, kuzey yarımkürede mart ve mayıs ayı arasında doğan çocuklar ile güney yarımkürede eylül ve kasım ayı arasında doğan bebekler depresyon için daha büyük risk altındalar. Yine bu bilimsel araştırmaya göre, hamile kadınlar üzerinde grip virüsünün etkisinden bahsedilebilir. Şizofreni de doğulan mevsime göre değişiklilik gösteren bir akıl hastalığıdır. Çok soğuk aylar bunu oluşturur. Kaygılı insanlar şubat ve nisan arasında doğan insanlarda fazlacadır.

Peki bir ay beni nasıl etkiler? Çocuklar doğum tarihlerine göre aynı aktiviteyi yapmadıkları bir ortak varsayımdır: birisi ilk adımlarını bahçelerde atarken diğeri dört duvar arasında. Bazıları güneşin altında yürürken, diğeri televizyonda çizgi film izler. Nöronal plastisite etkileyebilecek çeşitli bilinçlendirme faaliyetleridir. Araştırmalar gösteriyor ki doğum ayı beyindeki bazı nörotransmetörleri üretimiyle ilişkilidir.

Zenginler ilkbaharda doğar…

Diğer çalışmalar da aynı şekilde gösteriyor ki; doğum ayı, maaş durumunun ve sosyal durumun üzerinde etkilidir. Julien Grenet, başlığı ironik olan -“Neden Boğalar, oğlaklardan daha iyi kazanır?” sosyal bilimleri inceler. Yazın doğan insanlar diğerlerinden daha başarılıdır. Fakat hala, yıldızlar hesaba katılmadı. Birçok faktörün aynı amaçta olduğundan bahsedilir. Öncelikle, sosyoekonomik durumlarına göre, insanlar yılın aynı dönemi içinde çocuk yapmazlar. Şematik olarak, çok zengin insanlar, yazın hamile kalır. Nisanda ya da mayıs ayında doğanlar istatistik olarak daha rahattırlar. Bu ilkbahar çocukları, akademik başarıyı teşvik edecek şekilde ayrıcalıklı olarak yetiştirilir.

Son olarak, doğum ayının davranış ve sağlık üzerinde etkisi varsa, o halde ölüm tarihine de etkisi vardır! Ömürden bahsetmiyor, zaten, hiçbir çalışma burçlar ile hayatın uzunluğu arasında bir bağlantıyı henüz kanıtlamadı. Buna karşın, biliniz ki, doğduğunuz günde ölme şansınız var. Bilim adamları için, doğum tarihi stres etkisini uyandıran bir gizem. O halde, yapılacak tek şey, şans yıldızlarına güvenmek için, burcunuza ve yapılan araştırmalara çok fazla önem vermemek…

Alain Sousa
Çeviri: Merve Esendağ
merve_esendag@hotmail.com
dahibeyin.blogspot.com

Eşler Evliliklerini Mükemmel Hale Nasıl Getirebilir?

Evlilik ve çift terapisti Şirin Hacıömeroğlu ATÇEKEN'e sorduk:

Sizden destek alan danışanlarınızla nasıl çalışıyorsunuz? Sorunların çözülme aşamaları nasıl gerçekleşiyor?

Her çift ve aile terapisti, kendi terapötik yönelimine göre farklı bir yol izleyebilir, farklı yöntemler ve çerçeveler kullanabilir. Ben çiftlerle çalışırken, önce çift ile bir öngörüşme yapıyorum. Bu görüşmede çifti bana getiren sorunları, ilişki hikâyelerini, iki tarafın bakış açısını ve süreçten beklentilerini belirliyoruz. Sonra her bir eşle ayrı ayrı birer seans yapıyoruz. Bu bireysel seanslarda amacımız iki tarafı da bireysel olarak daha iyi tanıyabilmek (daha önceden dediğim gibi geçmişten gelen valizlerini tanımlamak) ve birbirlerinin yanında söyleyememiş olabilecekleri konulara alan açmak. Sonra yeniden çift seansları devam ediyor, haftada bir görüşüyoruz ve birlikte belirlediğimiz problem alanlarıyla ilgili çalışmalarımıza başlıyoruz. Arada çifte ödevler veriyoruz, seans sırasında farkındalıklarını arttıracak çalışmalar yapıyoruz. Eğer çiftin motivasyonu varsa, düzenli devam ediyorlarsa yavaş yavaş ilişkisel becerileri artıyor, aralarındaki bağ yeniden kuvvetleniyor ve daha iyi iletişim kurmaya başlıyorlar.

7: Çiftlere, ilişkilerini ve evliliklerini düzeltmeleri için ve mükemmel hale getirmeleri için neler tavsiye ediyorsunuz?

Öncelikle mükemmel olmaya çalışmamak lazım… Mükemmel evlilik diye bir şey yoktur. Mükemmellik tüm büyümenin, gelişmenin bittiği noktadır ve insanoğlunun doğasına aykırıdır. İnsan hatalarından öğrenir, hatanın olmadığı yerde öğrenme de olmaz, büyüme de. O yüzden mükemmel olma fantezisinin bırakılması ve “yeterince iyi” olmaya çalışmak gerekir.

Gözlemlerime göre çifti en çok zorlayan davranışlar ve tutumlar, öncelikle birbirlerini oldukları gibi kabul etmek yerine, devamlı karşı tarafı değiştirme çabası içinde olmak şeklindedir. Oysa herkes şartsız sevilmek ve kabullenilmek ister; varoluşumuzun özünde görülmek ve anlaşılmak vardır. Bunu hisseden kişi zaten uzlaşmaya açık olur. Oysa çiftler bunu yapmadan güç savaşı içinde amansız bir değiştirme çabasına girince gerginlik artıyor, çatışmalar çıkıyor, ümitsizlik, sevilmeme, anlaşılmama hissi artıyor ve ilişki çok zarar görüyor.

Her evlilik için benim önerim, hem eşlerin ortak kaliteli paylaşımları, ortak alanları olması hem de bireysel alanları olmasıdır. O zaman ilişki çok daha sağlıklı yaşanır. Farklı kaynaklardan beslenen çift, birbiri de besleyebilir. Stres daha iyi tolere edilebilir. Dışarıdan gelen stresin ev hayatını etkilemesi azalır. Bunun için de herkesin deşarj olacak alanları olmalıdır ki birbirlerine yansıtmasınlar. Kişisel sınırlara saygı duymak ve bunu korumak da önemlidir.

“Hayır” diyebilmek, ihtiyaç ve beklentileri net bir şekilde ifade edebilmek, rahatsız olunan şeyleri içinde tutmadan uygun bir zamanda yapıcı ve yumuşak bir şekilde ifade etmek de bu sınırları ve özgürlüğü korumak için önemlidir.

Çiftin arasındaki çatışmaların krize dönüşmemesinin en önemli yollarından birisi de sağlıklı iletişimi öğrenmektir. Unutmayalım, iletişim bir sanattır. Genelde iletişim içinde en sık yapılan hatalar suçlayıcı ve eleştirel ifade tarzı, konular üzerinde soğumadan, tüm öfkeyi hemen açığa çıkarmak, sık sık savunmaya geçmek, konuşurken taraflardan birinin duvar örmesi ve diğerinin reddedilmiş hissetmesi, küçümseme ve aşağılamadır. Bu şekildeki bir iletişimde, kişilerin kendini anlaşılmış hissetmesi, birbirine verilen mesajların yerine ulaşması ve uzlaşma sağlamak mümkün değildir.

Bir diğer yol da çiftin arasındaki olumlu etkileşimi arttırması, birlikte geçirilen zamandan keyif alınması, birbirine yeteri kadar kaliteli zaman ayırması, ilgi ve sevgiyi iyi bir şekilde ifade etmesidir. Bu ne kadar çok ve sağlam olursa yaşanan gerginliklerin tolere edilmesi, meselelerin halledilmesi ve aradaki güvenli ortamın devamı mümkün olur.

8: Kendi hayatınızdaki ilişkilerinizde sorun yaşadığınızda bir terapist gözüyle kendinize bakabiliyor musunuz?

Tabi ki terapist olmak, hayata bakış açımı, olayları ele alış şeklimi ve davranışlarımı etkiliyordur ister istemez. Fakat yine de olayların içindeyken objektif bakabilmek çok kolay değildir. O yüzden terapistler de çok ihtiyaç duyduklarında terapiste giderler ve bu da doğru olandır.


Dahi Beyin
dahibeyin.blogspot.com


Evlilik Terapisti Nasıl Çalışır?



Evlilik ve çift terapisti Şirin Hacıömeroğlu ATÇEKEN'e sorduk:

 Öncelikle çift ve aile terapisi deyince ne anlamamız gerekiyor? İki kişinin sorunlarının çözülmesi mi, ilişkilerinin düzeltilmesi mi, ilişkinin daha iyi bir noktaya gitmesi mi?

Çift terapisi de aile terapisi de özellikle ilişkiye odaklanan terapi yöntemleridir. Çift terapisinde, evli olsun veya olmasın çiftlerin yaşadığı sorunlar ele alınır; sağlıksız ilişkisel döngülerin farkına varılıp değiştirilmesine çalışılır; çiftin arasındaki iletişim geliştirilerek birbirlerini daha iyi anlamaları ve aralarındaki problemleri yapıcı bir şekilde çözebilmeleri sağlanır. İfade edilemeyen meselelere güvenli bir alan açarak ifade edilmesine ve bitirilmemiş işlerin bitirilmesine olanak verilir. Tüm bunlar, terapi sürecinde işlendiğinde çiftin ilişkisi iyileşmeye, yaralar sarılmaya, çiftler arasındaki bağ güçlenerek yakınlaşmaya ve daha iyi iletişim kurulmaya başlanır.

Bunun yanında çift terapisinin, ilişkilerin düzeltilmesinin haricinde odaklandığı farklı konular da olabiliyor. Mesela, bazen taraflardan biri veya ikisi de aslında ayrılmak istiyor fakat bunu çeşitli sebeplerden dolayı dile getiremiyor ve ilişki çok yıpranıyor. Çift terapisi bu kararın alınması için bir zemin oluşturabiliyor ve iki taraf da rahatlıyor. Bazen de çift boşanma kararı alıyor ve özellikle de çocukları varsa, çift terapisine gelip boşanma sürecini, hem kendileri ve hem de çocukları için nasıl sağlıklı bir şekilde yürütebileceklerini öğreniyor.

Aile terapisi de aynı şekilde, olabildiğince tüm aile fertlerinin katıldığı bir terapi sürecidir. Amaç aile fertleri arasındaki ilişkileri ve iletişimi geliştirmek, güçlendirmek, aradaki meseleleri yapıcı bir şekilde ele almaya ve problemleri çözmeye yardımcı olmak, sağlıksız ilişki döngülerini fark edip değiştirmek ve aile bağlarını kuvvetlendirmektir.

Dünya, modern zamanda çekirdek aile ile tanıştı ve insan gittikçe yalnızlaştı. Eskiden büyükbabalar ve büyükanneler ile yaşanan evlerde büyükler gençleri yetiştirir, gerektiğinde terapistleri olurdu. Bu düşünceye katılıyor musunuz?

Aile bağları insanoğlunun en önemli içsel kaynaklarından biridir. Aile bağlarından uzaklaşmanın, büyük şehirde, özellikle yalnızlaşmanın, insani özelliklerin gitgide erozyona uğramasının, bireyleri çok mutsuz ettiğine inanıyorum. Tabi o zamanlar çift terapistleri yoktu ve muhtemelen ailenin büyükleri olaylara dışarıdan bakarak yapıcı öğütlerle ilişkinin devamını sağlıyordu. Neden olmasın? Yapıcı olunduğu, otoriteyle baskı kurulmadığı ve bireysel sınırlara dikkat edildiği sürece aile büyükleri de uzmanın olmadığı yerde destek sağlayabilir.

         Çift olmadan önce bireysel sorunlarımızı halledememek, çift olarak bir araya geldiğimizde ilişkilerin daha sorunlu hale gelmesine neden oluyor mu? Bir ilişki yaşamak, bireylere olumlu etki yapar, diye düşünüyoruz genelde. Bu genelleme doğru mu?

Bir ilişki başladığında aslında iki taraf da geçmişten içi dolu bir valizle geliyor. Sevdiğim bir söz vardır: “Bu hayatta kasıtlı olarak birini eş olarak seçeriz. Ve o kişi her gün bize çocukluğumuzun bitirilmemiş işlerinin kâbusunu yaşatır.” diye… Evet, bu kâbusu en iyi eşimiz yaşatır; başka birisi, arkadaşımız, kardeşimiz ya da ortağımız değil... Kişi, eşinin hangi davranışına aşırı tepki verdiğini düşünüyorsa, bir durup düşünsün: “Bu duyguyu veya beden duyumunu geçmişten nerede hatırlıyorum?” diye. Muhtemelen çocukken de ebeveynleriyle benzer duyguları hissetmiştir. Bu da çok doğaldır… Önemli olan farkında olmak ve eşimizle yapıcı bir diyaloga girebilmek... O zaman hem çift, hem de ilişki, duygusal anlamda büyümeye başlar. 


Dahi Beyin
dahibeyin.blogspot.com

Günümüz Çiftlerinin En Büyük Sorunları Neler?



Evlilik ve çift terapisti Şirin Hacıömeroğlu ATÇEKEN'e sorduk:

Günümüz çiftlerinin ve evlilerinin başlıca sorunları neler?

Günümüz çiftlerinin başlıca sorunlarının başında iletişim problemleri geliyor; kendini ifade edememe, anlamama ve anlaşılmama, çatışmayı yönetememe sebebiyle problemlerin çözülememesi ve gitgide birikmesi gibi... Ayrıca iki tarafın aileleriyle ilgili anlaşmazlıkları, aldatma, güvensizlik ve paylaşımın gitgide azalması nedeniyle çiftin duygusal anlamda birbirinden uzaklaşması, zaman zaman eşlerden birinin alkol problemi, evdeki iş bölümü veya aile bütçesi ile ilgili anlaşmazlıklar, kişilik çatışmaları, kültürel ve ailesel farkların anlayışla kabul edilememesi gibi konular da sık gördüğümüz diğer sorunlar...


Her sorunumuz olduğunda terapiste mi gitmeliyiz? Çiftler birbirlerinin terapistleri olabilirler mi?

Her sorunumuz olduğunda terapiste gitmeye gerek yok tabi ki… Fakat bence, özellikle ilişkilerin başlarında yaşanan sorunlar çözülemiyorsa veya birikmeye meyilliyse, ben mutlaka bir danışmanlık öneririm. Sevgi, ilişki bir sanattır; nasıl yeni bir sanat dalını öğrenmek ve uygulamak istediğimizde önce ders alır, inceliklerini öğrenir daha sonra da severek sık sık pratik yapar ve ciddi emek harcarsak, sağlıklı ilişki kurmak da böyle bir şey...

 Mesela Amerika’da okuduğum yıllarda evlilik öncesi danışmanlığın çok yaygın olduğunu görmüştüm. Evlenmeye karar veren çiftler (ki bunlar genç, yeni evlenen çiftler de olabiliyor, ikinci kere evlenen ve daha önceki eşinden olan çocukların da aileye katıldığı evliliklerde daha sağlam bir başlangıç yapmak için de olabiliyor) çift terapistine gidiyor. Bu seanslarda sağlıklı iletişim kurmanın yollarını, arada potansiyel olabilecek problemleri ve bunları nasıl çözebileceklerini, aradaki bağı nasıl kuvvetlendireceklerini, sağlıklı sınır koymayı, sorumluluk almayı, stresle başa çıkma becerilerini geliştirmeyi, varsa evlilikle ilgili endişeleri ve bunun gibi birçok önemli konuyu daha problemler kangrenleşmeden hallediyorlar ve sağlam bir başlangıç yapıyorlar.

Gözlemlerime göre bazen çiftler o kadar uzun yıllar aynı kısır döngüleri yaşıyor ve birbirinden uzaklaşıyor ki, bana geldiklerinde artık ilişkiyi kurtarma motivasyonu hiç de kalmamış oluyor. Zaten terapiye de “Ben ayrılmak istiyorum, karar verdim ama bir de çift terapistine gideyim; elimden geleni yapmadım demeyeyim” diye geliyorlar. Tabi ki iki tarafın da ilişkiyi kurtarma motivasyonu olmazsa ve sorumluluk almazlarsa, biz terapistler hiçbir şey yapamayız. Bu gibi durumlarda en sağlıklı sonuç ayrılık oluyor. Demek istediğim, geç kalmadan terapiste gitmekte fayda var. Altyapı sağlam oluşursa, çift önemli becerileri edinirse, o zaman zırt pırt terapiste taşınmaya gerek kalmaz; birbirlerini iyileştirmeyi becerebilirler. 


Dahi Beyin Özel Söyleşi
dahibeyin.blogspot.com

Hayatınıza Anlam Katacak 20 Soru





Bize sürekli olarak cevapların önemli olduğu öğretildi. Her zaman cevapları bulmak için çabaladık. Evde, okulda, işte, hayatta her zaman cevaplara endekslenmiş bir hayat yaşadık.

Kızım anneni mi çok seviyorsun, babanı mı?
Oğlum söyle bakalım 2 kere 2 kaç?
İstanbul’u kim fethetti?
Son Osmanlı Padişahı kimdir?
Cumhuriyeti kim kurdu?
Amerika’yı kim keşfetti?
İslam’ın şartı kaçtır?
...
O kadar çok soru sordular ki bize, cevapların peşinde koşmaktan, soru sormaya vakit bulamadık. Oysaki cevaplar değil, sorudur önemli olan. Sorusu olmayanın cevapları olmaz. Hep başkalarının sorularına cevap bulmaya çalışanların hiç bir zaman yaşanmaya değer bir hayatı olamaz.

Düşünün, kendinize kaç soru sordunuz bu güne kadar? Kendiniz için zihninizi yoracak, terletecek, yaşam aydınlanmanızı sağlayacak kaç soru sordunuz ve hangisinin cevabının peşine düştünüz?

Başkalarının sorularına cevap vermek kolaydır. En zoru, kendi sorularımıza cevap bulmaktır. Cevaplayabileceğimiz binlerce sorumuz olması dileğimle...

İşte hepimiz için 20 soru:
1: Neden yaşıyorum?
2: Hayatımın anlamı ne?
3: Nerden geldim, nereye gideceğim ve burada olmanın nedeni ne?
4: Nasıl yaşıyorum?
5: Kendimi biliyor muyum?
6: Hayatı, yaşamayı anlayabildim mi?
7: Gerçek huzur, mutluluk ve dinginlik nedir?
8: Ailem benim için ne ifade ediyor?
9: Arkadaşlarımı ve dostlarımı gerçekten tanıyor muyum?
10:  Hayat yolculuğumun neresindeyim?
11: Neye inanıyorum?
12: Özgür ve özgün bir birey miyim?
13: Sahici hedeflerim var mı?
14: Daha iyi bir insan olmak için çaba sarf ediyor muyum?
15: Ne kadar yardımseverim ne kadar paylaşımcıyım?
16: İnançlarımı gerçekten kalbi bir mutmainlikle yaşayabiliyor muyum?
17: Faydalı bir ömür sürebiliyor muyum?
18: Geride bırakacağım güzel şeylere sahip miyim?
19: Cesur, arayan, sorgulayan, araştıran biri miyim?
20: Ben mi hayatı yaşıyorum, yoksa hayat mı beni?



Adem ÖZBAY


İşinizi Okumak İster misiniz?




İş hayatında başarı kavramı, içinde bulunduğumuz iş dünyasında uygulanabilir, değiştirilebilir, yenilenebilir, geliştirilebilir ve anlaşılabilir bakış açılarına zemin oluşturma eksenli düşünülerek, iş hayatından kopmadan, iç kapalılıklara projektör oluşturmayı amaçlayan bir düşüncenin ürünüdür. 

İçinde bulunduğumuz toplumun yapısını, özelliklerini, tepkilerini ve genel anlayışlarını bilerek iyileştirilebilir arayışlarla yönelişini bulmayı arzulayan bu çalışma, iş hayatının içindeki körlüklerden arınma kaygısını taşıyor. İnsanımızın tanınmadığı, şirketlerimizin yapılarının ve kültürlerinin bilinmediği çalışmalar, tatmin edici olmaktan uzak kalmaktadır. Bunun için gereken, iş körlüğüne bulaşmadan zindelikle kurulu anlayışların çok sağlıklı temellere oturtularak, yönetimin aydınlık meşalesini taşımaktır.

 İş, yapısı itibarıyla tahterevalli misali dengeler içeren şekliyle, insan hayatını derinden etkilemekte ve bakışları ve anlayışları her an değişikliklere sürükleyebilmekte... Değişikliklerle sarsılan ve sürüklenen doku, kişinin bakış açısına göre şekilleniyor ve kimi zaman tahrişler, bitişler, tükenişler yaşıyor, kimi zaman da çıkışlar, titreyişler ve yükselişler… Bütün bunlarda en önemli etken kişinin bastığı zemin oluyor.

İşe ‘meşguliyet’ açısından yaklaşan ve ‘gününü kurtarma’ cihetiyle yanlışlığa yönelen anlayış, insanı, zamanla işten kopmayla karşı karşıya bırakacaktır. İşten kopan insanın, işini kaybetme haricinde hayat yolculuğunda titreyişler de yaşamasına tanık oluyoruz. İçinde bulundukları işi, işin gereklerini, işe yönelik kendi kabiliyetlerini tanımlayamamış bir kimlikte ‘kimliksiz görüntüler’ belirmekle birlikte, rengini kaybetmiş yaşamlar da bunların cabası oluyor.

Bütün sorunların kaynağında ‘işi okuyamamak’ vardır.
Tanımlanmayan işler, bilinmeyen yetenekler, gösterilemeyen çabalar, bugün yaşanan ve içinde bulunulan sorunların kaynağı değil midir? Şimdi gelin, işin okunması sürecini şöyle detaylı bir şekilde maddelendirerek inceleyelim: 

İşlerin okunması süreci:

1.                   İşle ilgili olmak
2.                   İş hakkında yeterli bilgi ve donanıma sahip olmak
3.                   İşi anlamak
4.                   İşi yorumlamak
5.                   İşi geliştirmek
6.                   İş körlüğüne düşmemek
7.                   İş yapısını dinamikleştirmek
8.                   İşte hiç eksilmeyen enerjileri yüklenmek
9.                   İşin gereklerini yeterli liyakatle tamamlamak
10.               İşi nitelikli kılmak için gerekli gelişimlere açık olmak

Eğer,
1.                   İşi tanımlayamamak
2.                   İşle ilgili olmamak
3.                   İş hakkında yeterli bilgi ve donanımdan yoksun olmak
4.                   İşi anlayamamak
5.                   İşi yorumlayamamak
6.                   İşi geliştirememek
7.                   İş körlüğüyle işin nitelikli olarak yapılmasını sağlayamamak
8.                   İşin gereklerini yerine getirememek gibi bir yanlış içine düşülmüşse bireyler:

1.                   İşten soğumak
2.                   İşten kopmak
3.                   İşyerinden gönderilmek
4.                   Kişisel güveni kaybetmek gibi sonuçlarla karşılaşmaktan kaçamayacaklardır.

İş deyip geçmeyen, işini okuyup anlayarak uygulamalarında kontrolü elden bırakmayan ve işten kesilmeyen iş üstatlarının yolu her zaman açık görünüyor.



Abdüllatif ERDOĞAN
abullatiferdogan@hotmail.com
dahibeyin.blogspot.com


İyilik Yapma Psikolojisi


  

Dünya iyilikler üzerine kuruludur.
Neden iyilik yapmalı?
Kime yapmalı?
Ne zaman yapmalı?
Nasıl yapmalı?
Hiç önemi yok bu soruların…
İyilik yapmak için zaman ve sebep beklenmemeli, kişi aramamalı…


İnsan, yeryüzündeki akıl ve irade sahibi tek canlıdır ve bununla alabildiğince övünür. Dünyayı ayakta tutmak, hayata geliş amacını kavramak, özgüvenini arttırmak, mutlu olmak ve mutlu etmek için aklını ve kalbini kullanarak iyilik yapmalı, iradesini kullanarak da iyilik yapmayı alışkanlık haline getirmelidir. 

O kadar zor mudur peki iyilik yapmak? Özel bir çaba ve uğraş gerektirir mi? Başkasına iyilik yapınca kendimizden kaybeder miyiz?

Gülümsemek iyilik… Selam vermek iyilik…
Güzel söz söylemek iyilik… Sözü güzel söylemek iyilik…
Yoldaki taşı, bir başkasının ayağına takılır da canı yanar endişesi ile kenara itmek iyilik… 

Hastayı ziyaret etmek, geçmiş olsun demek iyilik… Yakını kaybedene sabır dilemek, zor günde yanında olduğunu göstermek iyilik…

Arkadaşlık etmek iyilik… Sevinci paylaşıp, paydaşı mutlu etmek iyilik…
Karşıdakinin hüznünü, kederini paylaşıp yükü hafifletmek iyilik…
Yaratılanı, Yaratan’ının hatırına sevmek iyilik… Kötülüğü engellemek iyilik…

İyiliğe aracı olmak iyilik… Komşuya bir tabak çorba yollayıp “aklımdasın” demek iyilik… Sahip olunan maddi varlıkların ihtiyaçtan fazlasını paylaşmak iyilik…

İyi olmak o kadar kolay ki… Hayra vesile olan, hayrı yapmış gibidir. İnsan başkasını mutlu ettiği sürece mutludur. İyilerle beraber olmalıdır; iyiliği teşvik etmelidir…

İyilik içinden gelir. Engelleyemezsin kendini. Empati yaparsın… Zaman zaman isteyerek “ya ben bu durumda olsaydım?” diye sorarsın kendine; zaman zaman da beynin bu soruyu hiç üretmeden, bilinçaltın sorulmamış sorunun cevabını verir sana… Kendini onun yerine koyarsın… Ve elinden ne geliyorsa, gücün neye yetiyorsa onu yaparsın. Beynin endorfin salgılar, mutlu hissedersin kendini. Bulutların üstüne çıkarsın. İyilik yaptıkça kendini ve hayatı daha çok sever, daha çok saygı duyarsın. Başkasını mutlu ettikçe mutlu olur, paylaştıkça artarsın…

İyilik, suya atılan taşın oluşturduğu halkalar misali yayılır… Önce iyilik yapanı mutlu eder. Sonra iyiliğe muhatap olanı, sonra iyiliğe şahit olanı ve sonra bundan haberdar olanı… Ve halka büyüyüp gider…

Hemen olmasa da er geç ve mutlaka, iyilik yaparsan iyilik bulursun… Mutlaka bir yerlerden karşına çıkar iyiliğinin karşılığı.. Belki bir dostun sohbetinde, belki bir kuşun cıvıltısında, belki beklenmedik bir maddi kazançta, belki kolayca savuşturulan bir problemin çözümünde…

Hadi durma, hemen bak etrafına; mutlaka sana ve desteğine ihtiyaç duyan birini göreceksin. En yakınından başla. Önce ailenden, komşundan, akrabandan, mahallenden... İşe gelip giderken, yolda sokakta gördüklerinden… İhtiyaç sahibi kimse yok mu yakınlarında? O zaman bir bilene sor. Mutlaka seni ve maddi-manevi yardımını bekleyenler var. Hadi ilk adımı at ve sakın geç kalma…

Ve bir şeyi asla unutma: Yaptığın yardımın karşılığını asla ve asla yaptığın kişiden bekleme! Yaptığın yardımı geleceğe yatırım olarak düşün ve karşılığını, kat kat fazlasını hem de en güzel şekilde alacağından emin ol!

Ne demişler? İyilik yap denize at, balık bilmezse HÂLIK bilir…


Selma Topkara
selmatopkara@hotmail.com
dahibeyin.blogspot.com