Labirent


"Ölme istemi anlamanın ilk işaretidir."


Her insan taşır içinde hakikati. Gizler onu en derinlerinde ve korkutur kendini onu her arayışında. Kabuğunda yaşadığımız dünya, nasıl saklar ise en sıcak ve ateşli özünü ve sanırsa insanlar ne kadar da üşüyor dünya, en çok üşüyenin koru yanar en diplerde. Söyleyeyim şimdiden, ısıtamaz ateş sizi; eğer çevirirseniz yüzünüzü ayaza. Yanmaktan korkmayanın vardır aydınlanmakla işi. Işığında yıkanır hakikatin ve yeniden doğuşunda hiç uyumamış gibi uyanır. Rüyalarında görmüştür o geleceği.

Ey hakikat! Ne kadar da güzel gizleniyorsun gözlerden ve kaçıyorsun seni en çok kovalayanlardan. Seni buldum diyen aynalar odasında cebelleşmiştir anca, oysa aynaları kırıp onların içinden süzülen ve titrek mum ışığında yanıp küllerinden tekrar bedenini yaratanı seviyorsun sen. Gülüyorsun uçuşumuza ve kanatlarımıza sürüyorsun alacalı boyalarını; "hadi çırpın kanatlarınızı ve sökün boyalarınızı kanatlarınızdan," diyorsun alaycı sesinle, "izlemekten zevk alırım sizi ve gözyaşlarım tatlı akıyor sizin çırpınışlarınızda."

Gözlerinden okurum alaycı tebessümü. Dostluğumuzun nişanesidir seni kovalamayışım. Yorgunluğun zorbalaştırıyor seni; yıldızlarını konak evi yaptın tanrılara ki, yabancı misafirler çalamasın kapılarını. İnsanlardan korudun tanrıları yıllar boyunca. Daha sonra hem sayısını indirdin onların bire hem de kovdun ki yeryüzünde gezinsin diye. Şüphesiz ki şeytanı seversin sen. Yoksa yollar mıydın onu tanrı maskesi giymiş şekilde?

Ey hakikat! Oğlunu saldın aramıza ve elçini, sevmediler birbirlerini hiç, müridleri de sevemezlerdi birbirlerini. Ayı yaran parmaktan akıttın en güçlü zehri; o zehir ki, kapkara etti beyinleri. Bak şimdi, cıvık cıvık ve kulaklardan akıyor. Çürük kokusu salıyor en sevimli düşünceleri; "düşünmemize ne hacet donmuş hakikati," diyorlar, "biz cehaletimizle biliyoruz kılıçlarımızı."

Çıkarı yoksa niye yaşar ki insan? Her yaşam bir benciliyet mücadelesi ve kendini avutma teşebbüsüdür eminim ki. Balıkları avlamak için kıramam ben donmuş gölü; yağan karlar boşuna mı yağdı diye sorarım kendime. Bir göl öyle kolay donmuyor bilirim işte. İnsan da kolay cahilleşmiyor; acımak gerek onlara, öğrendiler cehaletlerini kanlı tarihlerinden ve sevdiler onu. Kan kokar onların kitapları. Mürekkebidir o kitabın ki masumların kanı. Kılıç ve gözyaş; haç ve hilal derim eş anlamlılarına ve elbette o sönük yıldız. Gökyüzü inkar etmeli artık sönmüş güneşini ve yarılmış ayını; insanlar da silmeli çizdikleri yıldızı.

Toprağı kanla beslediler ve yandı mideleri hasatlarından. Şimdi afallıyorlar ve soruyorlar kendilerine: "Neyi yaratsak da tapınsak ona?" diye. İnsan çok sevdi doğurduğunu öldürmeyi ve şimdi de doğuruyorlar ölülerini. "Şu mucizeye de bak," diyorlar ağlamaklı et parçasına, "ne kadar da güzel ağlıyor; istese gülerdi halbuki." Yanılıyorlar elbette çoğu şeyde yanıldıkları gibi.

Gülmeyi icat ettiler ki, yüzleri her hareketinde kıvanç duysun ve kibrini yansıtsın diye. En çok da ağlanacak hallerine gülüyorum ben onların. Nasıl da alıkoyamıyorlar kendilerini gül kokulu sahte gözyaşlarından. Birbirlerine benzeme uğraşındalar, taşlar bile kendilerine yakıştıramazken bunu. En büyük hataları da şu ki: Alaycı tebessümün inşa ettiği labirentte çıkış kapısı var sandılar; halbuki kaybolmanın kendisinde gizlidir arıyor oluşumuz ve bulacağımız tek şey de olacak en bariz olan.

-End.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder