Kısıtlayıcı İnançlardan Kurtulun, ÖZGÜN OLUN!


“Bir şeye duydunuz diye inanmayın, atalarınız inanmış diye inanmayın, ben söyledim diye inanmayın, doğru bulduğunuz şeylere inanın.”
Önce, bizim gelişimimizi engelleyen kısıtlayıcı inançlarımızı fark ederek bunların oluşumlarını tespit edip nasıl bir yol izlememiz gerektiğini bir görelim:

Kısıtlayıcı inançlarımızı dört başlık altında toplayabiliriz:
1.      Ümitsizlik: Yeteneklerimizin ve başarılarımızın önüne set vuran, bize artık yapılacak hiçbir şey kalmadığını düşündüren ve elimizdeki fırsatları görmeyip hep olumsuzlukları görmemize neden olan en önemli olumsuz duygulardan biridir.
2.      Yetersizlik: İnsanın içinde yarattığı boşluk, ehliyetsizlik, yapacağı işlerde kifayetsizlik... “Başkaları yapabilir ama ben yapamam.” inancı… Öyle kötü bir virüstür ki kişi kendini herkesin altında görür. Çok basit işlerde bile eli ayağına dolaşır ve hayatını zehir etmeye yetecek her şeyi hiç yoktan var etmeyi bilir.
3.      Değersizlik: İnsan hem atalarından aldığı genle hem de çocukluğundan beri çevresinin yardımıyla kendinde oluşturduğu değersizlik duygusuyla arzuladığı bir şeyi elde etmesinin mümkün olduğuna ama bunu hak etmediğine inanır. Kişi, bedel ödemek zorunda olduğunu düşünür, “Mutluluk ve huzur benim hakkım değil!” düşüncesiyle kendini yiyip bitirir.
4.      Kadercilik: Kısıtlayıcı inançlara ekleme ihtiyacı duyduğumuz özellikle doğu toplumları için yeni bir şeyler ortaya koymanın, başarmanın düşmanı bu anlayış belki de yukarıda sözünü ettiğimiz üç inancın oluşmasında en önemli rolü üstleniyor. Doğudaki dinlerin birçoğunun temelinde yer alan kadercilik, her şeyin Tanrı’dan geldiğini, kişinin ne kadar çabalarsa çabalasın hiçbir şeyin değişmeyeceğini, bir lokma bir hırkanın bize yeteceğini, bu dünyanın gelip geçici olduğunu, “Bugün bul ye, yarın Allah Kerim…” anlayışı insanların yaşam tarzlarını, düşünce sistemlerini, inançlarının meta yapısını ciddi bir şekilde etkiler.
Kadercilik anlayışı üzerinde daha geniş çaplı durmak isterdim ama şu andaki konumuzdan çok uzaklaşmanın bir anlamı da yok. İslam dini ile gelenekleri, görenekleri, Arap kültürünü ya da kendi kültürlerini birbirine karıştıranlar da kader anlayışı konusunda ciddi hatalar yapmışlardır. İslam inancındaki kaderi anlamak için insanın iradesi içinde olanlarla insanın iradesi dışında gerçekleşenleri birbirine karıştırmamak gerek. Külli irade konusunda insanın yapacağı hiçbir şey yoktur. Ama cüz’i irade dediğimiz insanın elinde olan şeylerin onda ümitsizlik, değersizlik ya da kendini yetersiz görmesine neden olacak bir tarafı yoktur. Bilakis, Allah’ın insanlara verdiği irade gücü ile kişinin olumlu ya da olumsuz ortaya koyacakları kişinin elindedir. İslam’daki tevekkülü yanlış anlayanlar (insanın herhangi bir şey için elinden gelen her şeyi yapması; takdiri Allah’a bırakması) inanç sistemlerinde çok ciddi bocalamalar yaşayacaktır.
Evet, biz gene konumuza dönelim.
Bir insan başarılı olmak istiyorsa:
Ümitsizliği, gelecekle ilgili ümitli olmayla;
Yetersizliği, kendini sorumlu ve yeterli görmeyle;
Değersizliği, kendini değerli görmeyle;
Kaderciliği, tevekkül anlayışıyla değiştirmelidir.

Uyarı: Burada bazı dinlerde söz konusu olan (İslam dini de bunun içinde) kadere iman etmenin yanlış olduğunu dile getirme gibisinden bir çabamız olmadığını siz de fark etmişsinizdir. Bizim karşı olduğumuz, insanların kadere iman anlayışının ardına sığınarak kendisi, toplumu ve dünya için yapabileceklerinden mahrum bırakan tembellik, miskinlik, vurdumduymazlık, umarsızlık anlayışıdır.

Her insanın iki kimliği vardır. Birinci kimliği nüfus idaresi verir. İkinci kimliğini ise yıllar içinde kendi oluşturur. Bu ikinci kimlikte bilgiler değiştirilebilir, tabi istenmezse aynı da kalabilir. İkinci kimliği oluştururken kişinin kendisiyle ilgili olan her şey ama her şey kimlik bilgileri üzerinde etkin bir rol oynar. Kendini yetersiz, değersiz ve ümitsiz gören insanlarda, “Ben hiçbir şeyi hak etmiyorum, bunu elde etmem başka şeyleri kaybetmeme neden olur.” şeklinde düşünmelerinin nedeni aslında inançlarını oluşturan sistemlerinde düşünce virüslerinin olduğunu söyleyebiliriz. Düşünce virüsleri, bilgisayara zarar veren virüsler gibidir. Aslında bilgisayar için hazırlanan virüslerin de öteki yazılımlar gibi bir yazılım olduğunu biliyoruz. Yazılımları iyi amaçlarla kullandığımız gibi kötü amaçlarla da kullanabiliyoruz. İşte bilgisayar dünyasında da iyi ile kötünün çatışması olarak dillendirebileceğimiz, büyük şirketlerin, devletlerin, askeriyenin en çok dikkat etmesi gereken, bazen bir kâbusları gibi karşılarına çıkan bu kötü amaçlı yazılımlar için geliştirilmiş anti-virüs programları varsa; insana ait kısıtlayıcı inançlar için de anti-virüs programları vardır.
Kısıtlayıcı inançlar (düşünce virüsleri) kişinin gelişim ve iyileşme süreçlerinde o kişinin mevcut potansiyelini yok etmeye çalışırlar. Aslında bu düşünce virüsleri, kişinin kendini ortaya koymasına, mücadele etmesine engel olan varsayımlardan başka bir şey değildir. Bu varsayımlar, kişinin her şeyi yaptığını ama gene de başarılı olamadığı inancının oluşmasına neden olacaktır. Düşünce virüsü olan birine bunların birer varsayım olduğunu söylememiz tabi ki onu güldürecektir ve kişi, bize hiçbir şeyin bu kadar da basit olmadığını söyleyecektir.
Kısıtlayıcı inançları yok etmenin tek yolu, oluştuğu yerdeki temel nedeni bulmakla mümkündür.






KISITLAYICI İNANÇLARIN DEĞİŞTİRİLMESİ

Neden -  Sonuç İlişkisini
1.        Önceki(Başlatıcı) nedenler
2.        Bağlayıcı (zorlayıcı) nedenler
3.        Nihai nedenler
4.        Biçimsel nedenler.
Açısından değerlendirmek


1.     
Kısıtlayıcı inancın ardındaki olumlu niyeti bul, tanımla, kabul et.Hatırlarsanız her davranışın altında olumlu bir niyetin yattığını söylemiştik. Kısıtlayıcı inançlarımız için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Her kısıtlayıcı inancın oluşmasında genellikle kişinin kendini koruma altına alması yatar. Kişinin kendine özgü geliştirdiği savunma yöntemleri bir anlamda kısıtlamaları da beraberinde getirir. Savaşa hazırlanan bir şövalyeyi düşünün. Savunma konusunda (zırhlar, kalkanlar, kasklar…) ne kadar donanımlıysa bir bakıma hareket kabiliyeti de o kadar kısıtlanmış demektir. Savunmanın getirdiği kısıtlama aslında her insanın sorunudur. Düşünce sisteminin bu kısıtlamaları ortadan kaldırması için en çok ihtiyaç duyacağı soru ise “nasıl” sorusudur. Nasıl sorusu, aslında birçok kısıtlayıcı inancın kapısının anahtarıdır. Tabi ki bu anahtarı nasıl kullanacağını bilmek de işin üzerinde durmamız gereken başka bir yönü.
Kısıtlayıcı inançların, olumlu niyet ve ön varsayımlar sonucu ortaya çıktığını söyledik. Birinci aşamada bunların ortaya çıkarılması gerekmektedir. İkinci aşamada nasıl sorusuna yeni cevaplar bulunmalı ve kişinin savunma mekanizması için yeni seçenekler geliştirilmelidir. Sonuçta bu inançlar değiştirilebilir ve inanç sistemi güncellenebilir.

Olumlu niyet ve ön varsayımların tespitinde, nasıl sorusunun sorulmasında, alınacak cevaplarda, gereksiz savunma sisteminin yıkılıp yeni seçeneklerin geliştirilmesinde, gerekli değişikliklerin yapılıp inanç sisteminin güncellenmesinde üst kimliğin ne kadar önemli olduğunu unutmamak gerek. Misyonlarımız, kendimizi ait hissettiğimiz toplum, topluluk, gruplar… ailemiz, arkadaşlarımız… rehber olarak gördüğümüz kişiler kısıtlayıcı inançlarımızın oluşmasında ne kadar önemli bir rol oynamışlarsa, kısıtlayıcı inançlarımızın ortadan kalkmasında da bir o kadar önemli rol oynayacaktır. Amaçlarımızın ve misyonlarımızın oluşumunda önemli gördüğümüz ilişkilerimizi gözden geçirip bize destek olacak yeni bir ilişkiler zinciri oluşturmalıyız.


Kısıtlayıcı inancı ortadan kaldırma aşamaları:
2.      Ön varsayımlar açıkça görülmeyebilir, görülmeyen ön varsayımları ortaya çıkar.
3.      Kısıtlayıcı inançtaki neden sonuç ilişkisini netleştir.
4.      Kısıtlayıcı inancın oluşmasında etkili olan olumlu niyeti karşılayacak alternatifler geliştir.
5.      Kısıtlayıcı inancın oluşmasında önemli rol oynayan üst kimliği (amaçlar, misyonlar, mensup olunan din…) analiz et, kısıtlayıcı inancın değişmesi için destek olabilecek yeni ilişkiler yakala. Üst kimliği güncelle.

Kısıtlayıcı inançlarından kurtulamayan insanlar ve toplumlar aşağıdaki duruma düşer.
Ülkelerden bir ülke, padişahlardan bir padişah… Vezirler, padişahın huzuruna çıkmışlar:
 - Padişahım, hazinede para kalmadı. Yeni vergilere ihtiyacımız var,
 - Padişah, kavuğunun altından kafasını kaşımış:
 - Eeee! Ne vergisi koyalım? diye sormuş.
 - Köprülere adam koyalım, geçenden bir akçe alsınlar!
Padişah:
- Tamam, demiş.
Aradan bir süre geçtikten sonra sormuş vezirlerine:
- Tepki var mı?
- Hiç bir tepki yok!
- İyi o zaman köprünün diğer tarafına adam koyun, çıkandan da bir akçe alsın!
 Aradan bir süre geçmiş, padişah:
 - Var mı şikayet?
 - Yok! Halkının tepkisizliğine kızan padişah gürlemiş:
 - Köprülerin ortasına da bir adam koyun, gelip geçeni dövsün!
 Aradan birkaç gün geçmiş, halktan bir tepkinin olmamasına içerleyen padişah, çağırmış vezirlerini:
 - Halkı dinleyelim hele bir, demiş.
 Gitmişler köye, padişah sormuş:
 - Var mı şikâyet? Ses yok. Padişah tekrar:
 - Var mı şikâyet? Şikâyeti olan söylesin diye gürleyince arkalardan cılız bir ses duyulmuş:
 - Padişahım, o köprünün ortasındaki adam var ya…
 - Eeee,  demiş padişah bir umutla...
 - Akşamları çok kalabalık oluyor, sıra uzuyor, eve geç kalıyoruz, bir adam daha koysanız...
Gözünden hiçbir şey kaçmayan okuyucular için bir uyarı: Öykünün aslını bilenler, bu öykü böyle değildi diyecekler. İnanın bir sözcük değiştirdim, sadece bir sözcük… o da “dövmek” sözcüğü. Siz “dövmek” yerine ne koyarsanız koyun artık.
    M. Abdullah YILMAZ    

     ayilmaz67@yahoo.com  
   www.abdullahyilmaz.com
Kaynak:www.gencgelisim.com