Tekrar Aralanmayacak Gözler Üzerine



"Evet, bir denemeydi insan."


Doğruyu söylemenin doğasında yanlış anlaşılmanın olması gibi, yaşamın doğasında da ölüm, daha güzel deyimiyle hiçlik vardır. Hiçliğe ve yani ölüme duyulan hasret, varlığın ve yani yaşamın insan aklındaki o en güzel fikirle zıt bir tabanda buluşması, insanın ütopik düşlerinin sonunda açtığı gözlerinin onun acı ve kederiyle her defasında tanışıyor olmasındandır. Uykusunu seven kişidir ki, o aynı zamanda kendisini de sever. Varoluşumuzu unuttuğumuz o güzel yokluk anı olan uyku yine de rüyalarla bize varlığımızı hatırlatsa da, son tahlilde ölüme olan benzerliğinden dolayı insanların en büyük hazlarından biridir.

İnsanlar sahip oldukları hayatta kalma içgüdüsünden dolayı yok olma istemlerini sürekli baskılarlar ve en nihayetinde kendilerini uçurumun en kenarında, tek dostları hafif esen meltem olurken bulurlar. Rüzgar da epey ikirciklidir insan için. Sert eserse uçuruma düşürecektir. Adım atmayı marifet sanan, gelsin de uçuruma bir adım atsın bakalım. Çığlığından başka onu duyan kalmayacaktır düşüşü sırasında. Uçurumun dibinde onu bekleyense yaşama istenci ve kurduğu hayalleridir. Hayattır işte bu uçurum, hayallerinize ulaşmak adına sizden bir adım atmanızı bekler ve düşüşünüzden doyumsuz bir zevk duyar her biriniz için. Şu halde, ileriye gitmeyi marifet sanmayan, oysa aksine, geriye attığı her bir adımda kendisine daha çok yaklaşan kişi, üstinsan olma yolunda büyük bir gayret sarfetmektedir.

İnsan yadsıdıklarının toplamı, hayatın ona buyur ettiği kötülüklerin kuklasıdır. Çıtayı hayatın koymasına izin verdiği ölçüde, her tırmanışında kendinden daha da uzaklaşmaktadır. Nasıl ki bir dağ, tırmanıcısına sert rüzgarlar estiriyorsa, hayat da insanı bu şekilde zorlar ve onunla alay eder. "Seni zorunlu kıldığım her bir istemi tatmin etmeni izlerken zevk çığlıkları atıyorum," der hayat, "ne var ki, sen hala farkında değilsin." İşin daha da kötüsü, insanların bile isteye acı peşinde koşması ve her defasında sonuçların farklı çıkacağını ummalarıdır. Bu nedenle ölümü kutsuyorlar. Halbuki hangi ceylan övmüş aslanı, hangi çöl şükran duymuş güneşe ve hangi ağaç sevmiş kasırgayı?

İnsanlar ikiye ayrılır: İlki sevdiğinin onu öldürmesini arzulayanlar, ikincisiyse sevdiğinin onu değiştirmesini bekleyenlerdir. Hayatı seven kişi, şüphesiz ilki yolunda güdülenmiştir. Hayata olan sevgisi gözlerini kör etmiş, onu bu bilinçsizlikten kurtarmayaysa ölüm kendine vazife biçmiştir. Buna rağmen, hayatı severken değişimi kabul edenler de -çok nadir de olsalar- vardır. Her nefeslerinde yeni bir milat koyarlar, her defasında aynaya bakışlarında farklı birisini görürler. Onların anlama uğruna çektiği eziyetler, ölüm döşeğindekine su veren el kadar kutsal, soğuğa duyulan arzu kadar pırıl pırıldır. Zira yıldızlara bakan yıldızların da ona baktığını sanıyorsa yanılıyordur.

Ölümü kutsayanlar, onu hakedenlerdir. Varlığın bütünü sonsuz bir devinimle kendisini aşmaya çabalar. Yaşam, ardında bıraktığı izlerinde boğulanlara yeniden doğma imkanı sunar. Büyük işler başarmak da, yaşamı altetmektir. O, bize karşı üstünlük taslar ve kibrimize alay ederek bakar. Toprakta çürüyen bedenlerimizi kurtçuklara yedirir, mezarımıza konan çiçekleri bile soldurur. Hakikatten, yaşamı seven kişi ne kadar da ahmaktır.

Doğurmak öldürmek kadar büyük bir suç, yaşama verilmiş bir başka kozdur. Niceliğin bu denli büyüklüğü her zaman sığlığı peşinde getirir. Oysa sığ sularda güzel balıklar yüzmez. Ayağa batan denizkestaneleri ve su yılanları yaşar suyun sığsında. Yılanın zehrine hemhal olan için artık panzehir bulmak da zor olacaktır. Buna karşın, bu panzehir, insanın en çok aramaktan korktuğu yerde ve yani kendisindedir. Kendini tanımaya ve anlamaya vakit ayıran kişi, önce yüzmeyi öğrenmeli. Zira suyun sığında bile boğulursa, ölüm bile ona gelmeye utanacaktır.

Ölüm, hak edilmesi gerekendir. Izdırabın en yüksek ünvanlısı olan o eylemsizlik hali eğer boşuna ve uğrunda fedakarlık yapılmadan bize gelirse, çaresizliğin soyadı olacaktır. Tıpkı, kendi kendine zarar veren adam ne kadar ahmaksa ama hayatın verdiği zarardan çıkarılacak ne kadar ders varsa, bunu gibi, ölümü bekleyen, yani onu ilk önce kendinde saklayan da büyük bir ahmaklık hali içerisindedir. Mutluluk beklenmedik olduğunda tatlı, üzüntü ve acıda da durum tam tersi olarak işler. Bu nedenle ölümün en güzeli uykudayken gelendir.

Ölüm öldürmek için yaşamın kendisine ihtiyaç duyar. Öldürdüğü her bir benlik, yaydan sessizce fırlayan ok gibi düşmanını gafil avlamak içindir. Aksine, yaşam, ölümden tiksindiği kadar çok az şeyden tiksinir. Zira sömürdüğü ve bunu yaparken de keyif aldığı her bir insanı artık ölüme teslim etmiş olur. İşte bu nedenle ki, yaşam yalnız insanı da hiç mi hiç sevmez. Onun içerisine koyduğu hayvani güdüleri tatmin etmesi -ve elbette bunu izlerken zevk alması- için, kişinin diğer kayıp ruhlarla fingirdeşmesi, kavga etmesi ya da dile gelmesi gerekir. Demek ki, tanrı ölümde, şeytan yaşamda gizlidir. Onun eziyet ettiği her bir talihsiz bedenin kefaretini ölüm öder.

Yaşama istenci, yaşamın elinde tuttuğu kırbaçtır. Arabayı yüklenmiş atlar elbette bunu anlamayacak. Bilakis, "hayat ne güzel," diyecekler, "her bir nefes ayrı bir tat veriyor." Bu tür insanların tenindeki kırbaç izleri ilk bakışta kolayca fark edilebilir: Unutmak için sarhoş olan, ceseti için giysi parası ayıran ve ayaklarının altındaki sandalyeyi itenin teninde görülmeye değer kırbaç yaraları vardır. Rahimdeki yumurtanın döllenmesinden sonra şeytanın kahkahası duyulur.

- End.