Elinden tutabildiğin bir anneye, bir babaya, bir kardeşe
muhtaç olduğunu unutmaması gerekiyor insanın, sevgiyi uzaklarda aramaması,
aratmaması… Her akşam kapıyı açanın boynuna sarılması, annesinin dizine
yatması, babasının omzuna yaslanması, kardeşiyle güreş tutması…
Güneşe çalan sabah kahvaltılarında başlamıştı büyüme
mücadelemiz. Önlüğün boynumuzdan çıktığı sofralarda vazgeçtik çoğulluktan.
Kendi ellerimizde tutabilmeyi başardığımızdan beri çatalı, zamanla sıcak içmeyi
de öğreniyorduk ılık çaylarımızı. Yavaş yavaş adam oluyorduk, her yeni gelen
sabahla beraber. Sıcacık poğaçaları iki lokmada ağza atma yarışmaları
düzenlerken, kimin zeytin çekirdeği, kimin
bardağından çıkacak gibi hesaplaşmalarımız cırtlak turuncu rengini veriyordu
huzurla oturduğumuz sandalyelerimize. O zamanlarda sofra dışı bırakılıyordu
katkı dolu meyve suları ve sadece Pazarlara özgü zenginlikti çayın yanına
iliştirilmiş taptaze portakal suları…
Her akşam
gözlerini kapatmaya an kala, yanağına konan bir busenin huzuruyla dalmak
uykuya, her sabah sen daha gözlerini açmaya çalışırken, birinin bütün mühim
işlerini bir kenara bırakıp sadece senin için çabaladığını görmek… Bir kahvaltı
süresi boyunca mutluluğa perde aralamak, karşı sandalyeden gelip çayının içine
giren zeytinden bile neşe duyulması…
Bu yaşıma
kadar hayat denilen meşgalede, benim de nice kırgınlıkları ve kızgınlıkları
selamladığım oldu ve bütün bunlardan sıyrıldığım tek noktaydı annemin saçlarımı
okşaması için yattığım dizi, babamın ağlamak için yaslandığım omuzu...
Gözlerinin içine her baktığımda aşkı gördüğüm annem ve babam, yaşamanın “niçin”ini
anlattılar bana. Gülüşlerimin bir başka insanı da nasıl mutlu edeceğini onlarla
anladım, ağlayışlarımın nasıl bir gemiyi batırmaya yüz tutturduğunu,
birilerinin hiç hesaba katmadan küçülttükleri aile kavramının içinde tattım.
Bir evladın, bir hayata eş yükselti olabileceğini her akşam bütün
yorgunluklarımı bir köşeye attığım soframda yaşadım.
Geçen zamanın
ardında artan sorunlarla karşılaşırken, insan kafasını çevirerek ıskalıyor sanki
sahibi olduğu en değerliği varlığını, ailesini... Sonra saklandığı sokak
aralarında yanlışlara doğru yüzdürüyor kayığını. Hiç bilmediği insanlarla
beraber sevgi oyunu oynamaya çalışıyor ve kaybediyor hem de defalarına defalar
ekleyerek. Başını kaldırdığında üç insan görüyor, onlar gibi olamamanın derdine
düşüyor ve ezbere bildiği bütün küfürleri saydırıyor makineli tüfek gibi…
Yanılıyor, yanıyor…
Elinden
tutabildiğin bir anneye, bir babaya, bir kardeşe muhtaç olduğunu unutmaması
gerekiyor insanın, sevgiyi uzaklarda aramaması, aratmaması… Her akşam kapıyı
açanın boynuna sarılması, annesinin dizine yatması, babasının omzuna
yaslanması, kardeşiyle güreş tutması…
Tozlu raflara
terk ettiğinde geçmişini, insanın ardına bakıp İYİ Kİ AİLEM VAR diyebilmesi,
dedirtebilmesi umuduyla…
Vesselam…
Cam
kırıklarıyla süslenmiş yollarda, ayaklarıma tampon olan aileme, bilhassa…
Cemre Şeyma
Kapu
cemre.seyma.kapu@gmail.com
Kaynak: www.gencgelisim.com