İyilik Perisi


Bir zamanlar ülkenin birinde bir kral vardı.
Halkını çok severdi. İyi kalpliydi. Halk da onu sever ve saygı gösterirdi. Gördükleri yerde nümayiş yaparlardı:
-Sen çok yaşa padişahım, çok yaşa sen!


Çoluk çocuk mürüvvettir, mutluluk kaynağıdır.
Çocuğu olan yerinir, olmayan dövünür. Kişi kral da olsa, her şeye sahip bulunsa, kendisinden sonra adını yaşatacak çocukları olsun ister. Onları iyi yetiştirmek için her türlü fedakarlığa katlanır.
Hayatta hiçbir şey, her zaman insanın istediği gibi gerçekleşmez. Aksayan, yanlış yürüyen, insanı üzen ve yoran bir tarafı bulunur insan yaşamının.


Kralın iki tane kızı vardır:İlayda  ve Layda!
Bunlar birbirinin tersi bir anlayış, karakter ve yaşam biçimine sahiptirler. Birinin ak dediğine diğeri kara, iyi dediğine kötü, der. Zevkleri, düşünceleri, düşleri, duyguları uymaz birbirine. Bir arada yaşamak zorundadırlar. Aynı sarayda, aynı okulda, aynı insanların arasında. Taban tabana zıt iki çocuk. Her halleriyle herkesi şaşkına çevirirler.

Birisi melek gibi. İlayda güzeller güzeli.
İyiliksever, sevgi dolu, gülücükler dağıtan bir yüz ve şen şakrak. Sarayın maskotu, maskarası, eğlencesi herkesin. Ağzındaki lokmayı başkalarıyla  paylaşır, herkesle iyi geçinir,  iyilik eder. Merhametlidir, bir yoksul ve dilenci görse, yardım eder. Bütün parasını verir. Bir kedi, köpek veya başka bir hayvana rastlasa kucağına alır sever, karnını doyurur, sarayın bahçesine taşır. Onlar için özel yer açtırmıştır.

Diğer kız aksi, inatçı, geçimsiz, yüzü gülmez, kimseye yanaşmaz, herkese tepeden bakar. Gören der ki; bu kızın içinde şeytan var sanki! Hayvanları sevmez, yanına yanaştırmaz, uzaktan bile bakmaz Layda. Kendisinden başkansı düşünmez. Kardeşini bile kıskanır. Hiçbir kimseyle hiçbir şeyini paylaşamaz. Yoksul görse sırtını döner, dilenciyle alay eder.     Yapayalnızdır, bir tek arkadaşı yoktur. Kardeşinin yanında bile görünmez mecbur kalmadıkça.
Yalnızlık Allah’a mahsustur.


Herkesin içinde şeytan.
Kimse temize çıkaramaz kendisini.
İçindeki olumsuz yanı, arzuları, bitmeyen beklentileri, anlamsız düşleri, nefsi, kötülüğü isteyen yanı bırakmaz insanı, kötülüğü ister sürekli,  iyi göstermeye çalışır kötüyü.

Herkesin içinde melek.
Kulak vermek gerek onun tatlı sesine. İyiyi, güzeli, doğruyu, faydalıyı öğütleyen sözlerine uymak lazımdır. Tutmak gerek ışık ellerinden, ilham almak gözlerinden.
İçimizde iyilik ve kötülük, şeytan veya melek.
Biri diğerine alternatif.
Seçimini iyi yapmalı kişi.
O seçim zirveye çıkan veya diplerin en dibine, aşağıların aşağısına giden bir yol açacaktır önümüzde. Akıl, kalp ve beden bütünlüğü içinde hayatın melek yanını ortaya çıkarmalı ve yaşatmak için çabalamalıyız bütün gücümüzle.   

Herkesin içindeki yansır dışına.
İçini imar edemeyen dışını mamur edemez.
Dış için aynası.
Orada  görüne kişinin kendisi, içindeki melek veya şeytan! Onlar hep bizimle, bizim yolumuzda ışık veya karanlık en koyusundan!

İki kardeş ormana gezintiye çıkarlar bir gün.
Mecburen katlanır kardeşine Layda. Onun peşinden sürüklenir sanki. O yine muhalefettir kardeşine.
Düşmandır içindeki güzelliklere, çiğneyip geçer onları bir lahzada. Görmez güzellikleri. Düşünemez anlamını hayatın, varamaz tadına bir türlü güzelliklerin.

Orman cennetten bir köşe gibi. Hayat dolu dört bir yanı.
Her yer yemyeşil. Rengarenk çiçekler. Birbirinden alımlı, neşeli, mutlu, çeşitli kelebekler, kuşlar, sayısız hayvanlar. Ağaçların yaprakları arasından süzülen güneş, yaprakların hışırtısı, her yana yayılan nefis kokular. Çimler üzerinde, elinde demet demet çiçekler, dilinde türküler, bir o yana, bir bu tarafa koşan İlayda ve onun peşinden sürüklenen kardeşi Layda. Asık yüzü, öfkeli hali, sivri dili, kalbi katran karası, sevgiyi öldürmüş gibi savruluyor mutsuz. Bir baksa, görse güzellikleri, fark etse farklı olanı, uçacak sevinçten, mutluluk denizlerinde yüzecek balıklar arasında, karaya çıkmak istemeyecek bir daha.

Çiçek toplamaktır amaçları. Renklerini derlemektir tabiatın bağrından. Huzuru ve mutluluğu yakalamaktır.
O kadar çok ve çeşitliydi ki çiçekler. Hangi birini toplayacağını bilemiyordu. Uçuyordu kanatsız dört köşe yedi bucak. Ormanın derinliklerine ilerliyordu çekinmeden. Gelen akşamı, gökyüzüne dolan karanlığı umursamadan gidiyorlardı iki genç kız, henüz çocukluğunu  aşamamış. Hoş, her yaşta bir yanı hep çocuk kalır insanın. O çocuk öldüğü gün ölür kişi.
Ürkek, çekingen, adım atmaktan endişeli, gökte uçan kuştan, yerdeki karıncadan, dalında hışırdayan yapraktan korkan kız, önünde bir ceylan gibi sekerek yürüyen kardeşini izliyordu.

Hava  kararmıştı.
Akşamın eli kulağındaydı.
Güneş battı batacak gibiydi. Kuşların cıvıltıları kesilmiş, derin bir sessizlik kaplamıştı ormanı. Derken akşam oldu.
Ne yapacaklarını  şaşırdılar. Bir o tarafa, bir bu yana koşup durdular. Çaresizdiler. Bir çıkış yolu arıyorlardı.
İki kardeşten biri ağlıyor, sızlıyor, yırtınıyor, tepiniyor, ümitsiz bağırıp duruyordu avazı çıktığı kadar, lanet ediyordu kardeşine ve doğduğu güne Layda:
-Gördün mü başımıza geleni, hepsi senin yüzünden, ne yapacağız bu dağ başında, kurda kuşa yem olacağız sayende, ölümüzü bile bulamayacaklar. Lanet olsun sana ve doğduğum güne!

Diğer kardeşi sakindi, umutluydu, sabırlıydı, acele etmiyordu. En zor durumlardan bile bir çıkış yolu bulunabileceğine inanıyordu. Kendilerine yardım etmesi için Allah’a dua ediyordu içli yakarışlarla İlayda:
-Allah’ım bize yardım, kötülüklerden koru, annemize babamıza kavuştur bizi, sabır ver, korkumuzu gider!

Derken beklenmedik bir şey oldu. Yaşlı bir adam, eşeğine odun yüklemiş, yavaş adımlarla bulundukları yere doğru geliyordu.     

İçini dışını karamsarlık, kötümserlik, ümitsizlik ve korku kaplamış olan Layda feryadı bastı, ormanı çınlattı iyice yükselen ve çirkinleşen sesiyle:
-Eyvah! Şimdi yandığımız gündür. Bu adam kim bilir ne kötülükler yapar bize. Nereye kaçacağız?



İlayda kardeşini teselli etmeye çalıştı:
-Nereden biliyorsun adamın kötü olduğunu, hangi hakla böyle konuşuyorsun hakkında. Belki de onu bize Allah gönderdi, onunla birlikte şehre dönebiliriz.

İlayda, önünde eşeği, yorgun argın, oflayıp puflayarak gelen adama dikkatlice baktı. Bu o adamdı, şehirde dilenen yoksul. Bir gün ona kesesindeki bütün parasını vermişti. Sevincinden nasıl teşekkür edeceğini bilememişti adam. İhtiyacı vardı ki isteyicilik yapıyordu. Bir daha da  görmemişti ondan sonra. Evet, bu oydu, ta kendisiydi. İyi kalpli bir adama benziyordu. Kötülük yapacak birisi değildi. Çalışmıştı, odun yapmıştı. Yarın şehre götürüp satacak, karnını doyuracaktı onunla demek ki. Ondan yardım isteyebilirlerdi.

Layda kardeşinin arkasına büzüldü, saklandı korkudan. Tir tir titriyordu. Ağlıyordu. Sonlarının geldiğine inanıyordu hepten.

Adam, birbirine sokulmuş, korku dolu gözlerle bakan çocukları görünce şaşırıp kaldı birden. Bu vakitte burada ne işi olurdu bu çocukların? Birisi mi götürüp bırakmıştı, yoksa oyun oynarken, gezip tozarken yollarını mı kaybetmişlerdi? Her neyse, bu çocuklara yardım etmeli, ailelerine götürüp vermeliydi geciktirmeden.

Yaşlı adam kıza bakınca onu tanır gibi oldu. Bir daha baktı yüzüne, gözlerine, duruşuna, kıyafetine. Bu öyle sıradan bir çocuğa benzemiyordu hiç. Kim olabilirdi?
Kendi kendine sordu:

-Allah, Allah! Sanki bu kızı bir yerden tanıyor gibiyim. Hiç yabancı gelmiyor bana. Dur bakalım, biraz düşüneyim, ah ihtiyarlık, akıl koymuyor ki adamda.
Hah, buldum, tanıdım onu gerçekten! Bu kız, o kızdı.

Adam geriye dönük yokladı hafızasını. İyice hatırlıyordu o günü. Hastalıktan dolayı çaresiz kalıp çalışamayınca ekmek parası için bir köşeye oturup dilendiğinde ona bir kese para  veren iyi kalpli çocuktu bu! Yanılmıyordu. Bir daha, bir daha baktı, oydu sahiden. Yanındaki de arkadaşı veya kardeşi olmalıydı. İşte bir fırsat doğmuştu ona iyilik yapmak için.

Yanlarına yanaştı, sevgi ve merhametle seslendi yorgun kelimeleriyle:

-Hayrola çocuklar, bu saatte burada ne yapıyorsunuz, yolunuzu mu kaybettiniz? Size nasıl yardımcı olabilirim?
Buraları adım gibi bilirim. Karış karış, adım adım dolaştım her yerini, odun taşıdım şehre buradan, karnımı doyurdum ormanın şefkatli ellerinden. Haydi düşün peşime, sizi evinize götüreyim!

İlayda dedi ki sevinç içinde:
-Teşekkür ederiz amca, seni bize Allah gönderdi.
 Ne yapardık, yolumuzu nasıl bulurduk bu karanlık ormanda.

Yaşlı köylü ışıldayan gözleriyle dedi ki:

-Asıl ben teşekkür ederim sana evladım! Sen en zor ve dar günümde bana elini uzatmış ve sıkıntıdan kurtarmıştın. Sana yardım etme imkanını verdiği için ne kadar şükür etsem azdır Allah’ıma.

Kralın adamları kaybolan çocukları aramaya çıkmışlardı çoktan. Evde telaş ve sıkıntı alıp yürümüştü.
İhtiyar adam, İlayda ve Layda, tatlı tatlı muhabbet ederek şehre gidiyorlardı.

Layda olan biteni anlamış, derin düşüncelere dalmış, bundan sonra, güzel görmeye, güzel düşünmeye, herkes hakkında güzellikler tasarlamaya ve iyilikler yaparak hayattan lezzet almaya, mutlu olmaya karar vermişti.
İyilik yapan iyilik buluyordu demek ki.
Yapılan iyilik hiçbir zaman ziyan olmuyor, bir gün bir şekilde, kişinin karşısına iyilik olarak çıkıyordu.
İyilik yap denize at, balık bilmezse onu yaratan hâlık(yaratıcı) bilir, sözünün anlamını daha iyi anlıyordu artık. Bundan sonra hep iyi olacaktı. Niyetlerinde, duygularında, düşüncelerinde, bütün işlerinde ve hatta düşlerinde bile iyilik yapacaktı herkese. Kötülükten kimse bir şey elde edemiyordu. İyilik ve güzellik perisi olacaktı kardeşi İlayda gibi.

İhtiyar oduncu, İlayda ve Layda şehre indiler, saraya  vardılar. Herkes düğün bayram etti sevinçten. Şenlikler düzenlendi ertesi gün. Bütün yoksullar davet edildi ziyafete. Yenildi, içildi, eğlenildi, çocukların sağlık içinde dönüşü kutlandı. İlayda veLayda babalarına söylediler, annelerine yalvardılar, iyi kalpli ihtiyar oduncuyu bırakmadılar yanlarından.    O artık onların sevimli dedeleri ve bahçevanlarıydı. Mutlu yaşadılar.
Bir iyilik binlerce iyiliği doğruyordu.
İyilikten güzel ne vardı ki hayatta?  

Zehra ALTAY
Dahi Beyin Blog