"İKİ KİŞİNİN ANISINA
RAHMETLE.."
Küçük kız, “o gün”, yine sabah erkenden babaannesinin odasına süzüldü. İki
aydır bu geniş oda, babaannesinin aylardır devam eden ağır hastalığı sebebiyle,
pek çok insanla doluydu. Küçük kız, babaannesini bu kadar insanın ziyaret
etmesinden memnundu memnun olmasına ama, biraz rahat bıraksalardı, o da
babaannesiyle biraz dertleşse, ona iki aydır neler yaptığını anlatsaydı ne iyi
olurdu. Hayvanat bahçesinde gördüğü yavru fil hakkındaki gelecek planlarını, (onu
bahçeye almalıydı, köpek kulübesinin yanına büyükçe bir yuva yapılırdı, orada
yaşardı), hiç durmadan topladığı çam fıstıklarından ilk irmik helvası deneyimini,
(kötü bir tat ama olsun, ne de olsa babaannesi “emek varsa güzel” derdi), yeni
edindiği arkadaşlarını ve daha neler neler..
Tam iki ay geçmişti… Balkon muhabbeti yok, gece babaannesinin göğsünde uykuya dalmak yok, soru yok, cevap
yok, merak etmek yok, gülmek ve hatta ağlamak yok, yok, yok. Hayatta hiç bu
kadar yalnız hissetmemişti kendini. Sanki bir şeyler geri dönülmez şekilde
değişmeye yüz tutmuştu. Küçük kız bunu hissediyordu. Değişim, babaannesinin
feri gitmiş gözlerinde başlamıştı. Ona sarıldığında, artık eskisi gibi
gülemeyen gözlerinde.... Küçük kız, bir oda dolusu insan arasından zar zor
babaannesinin yatağına ulaşıyor, ona sarılıyor, herkese babaannesinin onu ne
kadar sevdiğini bir kez olsun göstermek istiyordu ama… babaannesinde eski
heyecanı bulamıyordu. Babaannesi, küçük kızın elinde tuttuğu bir bardak sudan
en fazla bir yudum alabiliyor, “daha ister misin?” denince, başını yavaşça iki
yana sallıyor ve bir maden işçisinin gün bitimindeki yorgun hâliyle, tekrar kuş
tüyü yastığına gömülüyordu. Küçük kız,
bu ağır, bunaltıcı duruma anlam veremiyordu… Neyse ki bu yabancılaşma, bu
anlaşılmaz sis perdesi, babaannesinin
dudaklarından günde bir-iki kez dökülen cümleyle biraz olsun aralanıyordu…: “üzülme
sakın, endişelenme, hasta olma yavrum”.
İşte bu yüzden küçük kız, “o gün” hiçbir şey için endişelenmeyeceğine
söz vermişti.
Küçük kız, sözünü tuttu. Öyle ki, “o gün” saat 16.15’te evin bahçesine
hızla dalan ambulansın siren sesine bile kulaklarını tıkayıp, düzenlemekte olduğu
kütüphanenin rafına kitapları sırasıyla yerleştirmeye devam etti. 1 kitap, 2
kitap, 3 kitap…4 kitap, 5 kitap, 6 kitap… Birazdan “o gün” içinde yapması
gereken en önemli işini bitirmiş olacaktı. Böylece, babaannesi -iki aydır
olduğu gibi- hastaneden tekrar döndüğünde, ona yaptığı işi detaylarıyla
anlatacak, sonra da, “sen hastaneye
kaldırılırken pencereden bile bakmadım, kitapları raflarına yerleştirmeye devam
ettim, çünkü geri döneceğini biliyordum”, diyecekti. Böyle diyecek ve babaannesinin
takdirini kazanacaktı. Ama olmadı…
&
Bir hafta sonra küçük kız, babaannesinin öldüğü haberini aldı. Küçük
kızın gözleri büyüdü, büyüdü, ölüm haberini veren sesi bir vakum gibi içine
çekti, sonra o sesten bir acı sızdı aşağıya, tam yüreğinin olduğu yere.. Ve aylarca
cevabını arayacağı “o soru” başgösterdi zihninde: “Bir daha ne zaman yanımda olacaksın?”
&
Mevsim değişti, yapraklar döküldü, caddeler ıslandı.. Ama
küçük kız, mevsime yetişemedi, içinde birikmiş hüzün tortusunu eritemedi.. Bu
yüzden, okula gitse bile, teneffüse çıkmıyor, arkadaşları oynarken o, durgun
gözlerle pencereden bahçeyi izliyordu.
Yine böyle hüzün dolu bir gün, öğretmeni yanına
yaklaştı küçük kızın. Kadifeyi andıran sesiyle derdini sordu. Küçük kız, bu
kadife gibi sese hep kanardı. Öyle şefkatli, öyle yumuşak bir sesti ki bu.
Küçük kız, bir ara, her gece bu sesten ninni dinleyerek uyumanın nasıl olduğunu
bile merak etmişti.
Ve işte yine bu kadife sese yenilerek dudaklarından şu
cümleyi salıvermişti: “Babaannem öldü. Bir daha ne zaman yanımda olacak?”
Kadife ses, küçük kızın sanki karanlık bir kuyu içinde
debelenen ruhuna tam iki ay ilaç gibi gelecek bir sır fısıldadı. “Babaannen
gitmedi. O burada”.
Küçük kız şaşırmıştı. Kadife sesin ne demek istediğini
anlamamıştı. Babaannesi burada olamazdı çünkü, ölümünden sonra salonun
ortasında cansız bedenini görmüştü onun. Beyaz bir örtüyle kapatılmış yüzü,
taziye ziyaretine gelen misafirlerden bazıları için açılıyordu, küçük kız da bu
örtünün her açılışında babaannesinin hafif gülümseyen sapsarı yüzünü görüyordu.
O halde nasıl burada olabilirdi?
Kadife ses, küçük kızın düşündüklerini anlamış gibi,
tesellisine devam etti: “Bak” dedi, “hepimiz bu dünyaya tekâmül etmek için
geliriz. Ancak biz insanlar, bu dünya hayatını yeterince değerlendiremeyiz. İyi
insan olmak için çok çaba sarfetmek gerekir. Bu çabayı sarfedebilen çok azdır.
Bu yüzden, öldükten sonra, tekrar dünyaya gelir, bizde eksik ne kalmışsa, onu
tamamlarız. Babaannen, bu dünyada yaşadı, ancak eksiğini tamamlamak üzere yine
gelecek buraya. Belki de gelmiştir bile. Onun ruhu yaşıyor, işte şu kuşun
içinde belki, belki de şu kedinin içinde, belki de şu bahçede koşuşturan
çocuklardan birinin içinde.”
Küçük kız, kadife sesi ilgiyle dinliyor ve
anlattıklarını içselleştirmeye çalışıyordu. Susuz kalmış toprağın suya kanması
gibi, bu cümleler onu ferahlatmış, babaannesinin, toprağın altında değil de
üstünde olması ve başka bedende de olsa yaşıyor olması hoşuna gitmişti.
Tam iki ay, kadife sesin anlattıklarını dinledi küçük
kız. Artık iyiden iyiye babaannesinin ruhunun, çevresindeki herhangi bir
varlığın içinde yaşıyor olduğunu benimsemiş ve bu duyguyla yaşama sevincini
tazelemişti.
Yine böyle içinin sevinçle kıpırdadığı bir gün, küçük
kız markete gidiyordu. Yol üstünde, bağrışarak oyun oynayan çocukların
koşturduğu, gürültüden kimsenin birbirini duymadığı bir sokaktan içeri girdi.
Kısa süre sonra, bir arada koşturan çocukların önünde, kuyruğuna teneke
bağlanmış bir köpek gördü. Köpek, zavallı bir halde çocuklardan kaçmaya
çalışıyor ama, topallayan ayağı yüzünden başaramıyordu. Küçük kız bu duruma
sinirlendi. Hemen köpeğin yanına koşup, çocuklara seslendi;
-Siz delisiniz. Bir canlıya nasıl böyle davranırsınız?..
Baksanıza ne kadar savunmasız, oynayacak başka oyun bulamadınız mı?
Çocuklar, küçük kızın öfkeli halinden hiç korkmamıştı;
-Sana ne ? Senin köpeğin mi?
Küçük kız, bu cevaba daha da sinirlenmişti;
-Benim köpeğim değil. Ama belki benim babaannemin ruhu
bu köpeğin içinde. Belki de senin babaannenin ruhu…
Çocukların yüzünde bir şaşkınlık belirdi. Hepsi
dağılmaya başladı yavaş yavaş. İşin keyfi kaçmıştı çünkü. Anlaşılan bu kız,
köpeğe sahip çıkacaktı.
Öyle de oldu. Küçük kız, siyah beyaz köpeğe sahip
çıktı. Onu besledi, veterinere götürdü, iyileşmesi için gereken her şeyi yaptı
ve onu okşarken hep babaannesini hatırladı.
Ne var ki siyah beyaz köpek, iyice sağlığına kavuşunca
yerinde durmaz olmuştu. Her sabah evin bahçesinden sokağa kaçıyor, saatler
sonra geliyordu. Küçük kız, köpeğinin bu halini beğenmiyordu. Ama yapacak bir
şey yoktu. Onun istediği gibi yaşaması için elinden geleni yapmalıydı.
Günlerden bir gün, siyah beyaz köpek, yine bahçeden
kaçıverdi. Bu kaçış diğer kaçışlardan farklıydı, çünkü, saatler geçmiş olmasına
rağmen ortalıkta görünmemişti. Küçük
kız, köpeği aramak gerektiğini düşündü. Başına bir şey gelmesinden endişe
ediyordu. Bu düşünceyle yola çıktı. Tam bir saat aradı köpeğini ama bulamadı.
En sonunda çareyi, yanına doğru yavaşça yaklaşan bir kamyoneti durdurmakta
buldu. Küçük kızın el işaretiyle duran kamyonetteki iki kişiden, direksiyonda
bulunan adam, pencereden başını uzatarak merakla sordu; “Ne oldu küçük kız? Bir
derdin mi var?”
Küçük kız, yaşına göre bir hayli fazla beyazlamış
saçları yün şapkasının altından alnına dökülmüş bu adamı, sanki daha önce
tanıyormuş gibi cevap verdi.
“Buralardan geçen siyah beyaz bir köpek gördünüz mü?”
Adam, küçük kızın sorusunu o kadar sevdi ki, yanındaki
arkadaşına cümleyi defalarca tekrarladıktan sonra, tutmaya çalıştığı
kahkahasını daha da gizleyerek sordu; “senin evin nerede bakayım?” Küçük kız bu
soruyu beklemiyordu. Çevresine bakınıp, “bilmiyorum” der gibi ellerini iki yana
açtı. Köpeğini ararken evden uzaklaştığını fark etmemişti.
Neyse ki, birkaç saat sonra, adının Mehmet olduğunu
öğrendiği bu adam, küçük kızı evine getirmiş ve annesine teslim etmişti. Bitmek
bilmeyen teşekkürler arasında, kamyonetin penceresinden küçük kıza şöyle seslendi;
“ben sizin evin karşısındaki şu inşaatta çalışıyorum. Şantiye şefiyim. Benim de
senin yaşlarında kızım var. Müsait vaktinde gel, sohbet ederiz biraz…”
Toprak renkli kamyonet, ardında toz duman bırakarak
uzaklaştı… Mevsim şimdi yeniden değişmeye yüz tutmuşken, küçük kız, bu sefer zamanı
yakaladığını hissediyordu. İçindeki bu hissin sebebini anlayamadı.
&&&
Yine bir cumartesi günü.. Yine ikindi vakti.. İki
aydır mutad olduğu üzere, küçük kız
mutfakta bulduğu bütün kekleri geniş bir kaba koymuş… Termosa koyduğu iki kişilik
çayın yanına Mehmet ağabeyinin sevdiği bir tutam karanfili de ekleyerek, ağır
adımlarla inşaat alanından içeri girmek için yardım bekliyor. İşçiler saatin
17.00 olduğunu anlıyorlar küçük kızı görünce ve her defasında olduğu gibi sesleniyorlar
birbirlerine: “Küçük kız geldi, paydos vakti.” Ve küçük kız, prensesler gibi
karşılanıp Mehmet ağabeyine götürülüyor…
“Yine her zamanki gibi vaktinde geldin prenses. Sen
nasıl bir çocuksun böyle.”
Küçük kız, takdire doymak bilmeyen mizacını belli
ediyor; “dakik.. Dakik bir insanım ben, babaannem öyle derdi.”
Mehmet ağabeyi gülüyor. Küçük ellerin özenle
doldurduğu çayı keyifle yudumlarken soruyor;
“İki aydır hep babaannem deyip duruyorsun. Nerde
yaşıyor babaannen ?”
Küçük kız yutkunuyor, iki aydır Mehmet ağabeyiyle
meşgul olan zihninde, şimdi babaannesinin asık yüzünü görüyor.
“Burada yaşıyor babaannem. Yanımda. Önce toprağın
altına koydular ama, orada değil aslında. Buralarda onun ruhu. Bak görüyor
musun şu kuşu? Belki ruhu onun içinde şimdi. Bizi dinliyor...”
Küçük kız anlatırken, Mehmet ağabeyinin yüzündeki
ifade yavaş yavaş yerini kedere bırakıyor.
“Yarın bana babaannenin bir fotoğrafını getir. Olur
mu?”
Küçük kız, o akşam fotoğraf albümünden babaannesinin
en güzel fotoğrafını seçiyor ve henüz uykuya dalmamışken sabaha kavuşuyor.
&&&
Mehmet ağabeyi, küçük kızın özene bezene gösterdiği
fotoğraftaki kızıl saçlı, yeşil gözlü, pamuk tenli kadının fotoğrafını, küçük
kıza doğru tutuyor ve ekliyor;
“Babaannen bu şekil ve surette yaşıyor prenses. Kuş,
böcek, kedi, köpek değil. Tam olarak insan suretinde. Onu görünce hemen
tanıyabileceğin şekilde.”
Küçük kız şaşırıyor.
“Peki nerede şimdi?”
Mehmet ağabeyi hiç tereddüt etmeden cevap veriyor;
“Buradan çok daha güzel bir yerde. Cennette!”
Küçük kız, bu cevaptan tatmin olmuyor.
“Ama burada olmalı. Burası onun için daha iyi.”
Mehmet ağabeyi, önündeki kek dilimlerinden birini
alıyor ve çocuk kadar masum bir tavırla elinde evirip çeviriyor:
“Biliyor musun prenses, benim kızım da şu an
İstanbul’da değil de, Kayseri’de olmam için dua ediyor.”
“Niye?”
“Onunla olmamı istiyor. Burada İstanbul’da çok kötü
bir hayatım olduğunu zannediyor. Evhamlanıyor.”
“Çok saçma”, diye atılıyor küçük kız. “Burada çok para
kazanıyorum demiştin. Orada kazanamazsın. Hem para kazanamazsan ona oyuncaklar
alamazsın. Üstelik, ben varım burada. Sana her cumartesi kek getiriyorum.
Sohbet ediyoruz güzelce. Burada çok mutlusun sen.”
“Aynen öyle. Ama gel de bunu kızıma anlat.”
Küçük kız bir an tereddüt ediyor.
“Ama yine de onun yanında olmanı istemesi çok doğal.
Seni görmekle senden haber alması arasında çok fark var.”
“Çok haklısın prenses. Ama benim durumum geçici bir
durum. Bizimki geçici bir ayrılık. Biraz sabredecek. Ben de bir müddet sonra
para biriktirince onun yanında olacağım. Zaten kavuşacağız.”
Küçük kız sanki bir şeyleri anlamış gibi bakışlarını
Mehmet ağabeyine yoğunlaştırıyor. Mehmet ağabeyi, küçük kızın içinde yanan
ışığı görmüş gibi ekliyor;
“Evet prenses. Babaannen ve sen geçici olarak
ayrısınız. Biraz sabredeceksin. Ömür zaten geçiyor. Hepimiz öleceğiz, ama aynı
yerde, cennette buluşacağız. Bizim tekrar bu dünyaya gelmeye ihtiyacımız yok.”
Küçük kız Mehmet
ağabeyinin sözlerini kazıyor zihnine. “Bizim
tekrar bu dünyaya gelmeye ihtiyacımız yok. Buradan çok daha güzel bir yerde
buluşacağız…”
&&&
Yıllar geçiyor aradan. Küçük kız büyümüş, babaannesinin mezarını
ziyaretten dönerken, anımsıyor Mehmet ağabeyinin hatırasını. O tatlı adam, bir
sene ilaç gibi küçük bir ruha deva olmuş o sevgili insan, 1 Eylül akşamı
rüyasına girmiş küçük kızın. Küçük kız,
doğum günü pastası yapmış beklerken ağabeyini, pasta üzerindeki mumlar,
yavaş yavaş dökülüyor. 55 olması gerekirken 53’te duruyor mumlar. Küçük kız iki
mum daha eklemek istiyor. Ama bir türlü olmuyor.
“Büyümüş küçük kız”, gece yarısı uyanıyor rüyasından. Ve günlüğüne şu
cümleleri yazıyor.
“Kim bilir neredesin şimdi. Belki İstanbul’da, belki Kayseri’de ve
belki de -kimi kandırıyorum ben-
cennettesin. Ama üzülmek niye? Gözyaşı olmasın gözümde. Sen, sevdiğim bir insan
daha, beni bekleyenlerin gün geçtikçe biriktiği o yerde.. Geçici ayrılıklara
katılmışsın. Ne mutlu sana, bana verdiğin ümit ışığı için. Ve ne mutlu bana,
ölümü kederden ayırdığım için.”
Av. Ebru EKŞİOĞLU