Şeyler Üzerine




"Dünya yalnızca anlama yetisi için vardır."
-Schopenhauer

Varlıklar yoktur; varlık vardır. Bunun gibi, eşya değil ama şey vardır. Bu şey prensipsiz ve formsuz olmakla beraber, prensiplerin işlev odaklarını ve formların görünüşlerini şekillendirir. Kimisi bu şeye, tanrı; kimisiyse doğa demekle kendini kandırır.
Şimdi, Zenon bir ok hayal eder ve o okun uzunluğunun çeyreği kadarıyla ileri doğru atılım yaptığını düşünür. Ok, havada gittiği her anda kendi çeyreğini gidiyor olacaktır, şu halde, ok asla hedefine varamayacaktır.
Bu paradoks, duyu ve algı olmak üzere insan zihninin iki prensibine odaklanmamızı ve ilkinin değil ama ikincisinin ne kadar aşkın ve haliyle, adeta başka bir metafizik aleminden kopup geliyormuşcasına bu dünyaya ait olmadığının işaretlerini verir. Sahip olduğumuz beş duyu, aklımıza belli yörüngelerde düşünceler oluşturmakta olanak tanır. Mantık bu duyuların eşyayla en faydalı ve çıkarcı biçimde alışveriş yapılmasını sağlayan bir düşünme methodudur. Bu methodların dünyadan bağımsız ve kendi kendine olanı, yani algı veya belki de daha doğru biçimde akıl, bize dünyayla ilişkimiz dışında belli başlı çıkarım ve varsayımlarda bulunmak zorunluluğu doğurur.

Şimdi, şeylerin oluş şekli üzerine Antik Yunan'ın iki akımı, birbirleriyle taban tabana bir zıtlık ve ihtiyarlara özgü aksilikle bir karşı çıkış taşıyarak, Sokrates öncesi felsefenin yükseldiği iki kolon işlevi gördüler. İlki Parmenides'in ve onun öğrencisi Zenon'un ve daha sonraları çıkan Gorgias'ın laf ebeliğini yaptığı değişmez ve yalnızca akılla idrak edilebilir olan bir bütünün habercileri; diğer tarafsa, elçiliğini Herakleitos'un yaptığı ve onun ardından Aristoteles'in nem kaptığı akış, yani sürekli ve ertelenen mekaniğin kendi zıtlıklarında kendisini sürekli olarak aşması ve yenilemesi üzerineydi.

Kilise babalarının ve Spinoza ve Heidegger gibi şeyin oluş aşamasına değil ama kendinde oluş ilkesine odaklanan filozofların esin kaynağı olan bu ilk akım, bize yapbozun tümünü görmeyi ve parçalara bakıp bir bütünsüzlük illüzyonundan kendimizi alıkoymayı amaçlar. Buna karşın, sahip olduğumuz deneyci ve gözlemci duyular, şüphesiz ki, bize şeyi şeyler olarak gösterir ve yansıtır. Tüm felsefelerin en biricik çıkış noktası şu sorudur: Cetvel kimin elindedir? Ölçmek insanın yerine getirebileceği bir şey midir? Eğer öyleyse, kendi yaptığı cetvelin eşyadaki ölçüyü en doğru ve tutarlı biçimde gerçekleştirebileceğinin ölçüsü nedir? Bu doğrultuda, Protogoras, -ki benim açımdan, insanı ve aklı alakadar eden sözlerin en büyüğünü söylemiştir- "insan ki her şeyin ölçüsüdür," demiştir. İşte bu söz, tam olarak Aristoteles'in Platonculuğa karşı çektiği isyan bayrağının kısa bir özetini teşkil eder. Der ki Aristoteles: "Bir duyusunu kaybeden bir dünyayı kaybetmiştir." Cetvelin insanın elinde olduğunu savunan yukarıda değindiğimiz filozoflara elbette asiliğin ve çocukca lafların en çok yakıştığı düşünür olan Schopenhauer'i de eklemek gerekir. Öyle ki, insan gördüğü için görmekte olduğu şeyden emin değil, olsa olsa kuşku içinde olabilir. Ona göre, gören göz, gördüğü şeyi görüyor değil, beyin görülmekte olan şeyi tasarımlıyor ve şu halde onu kendi zihninde var ediyordur. İşte, insanın amaç ve işlev olarak kendinde yaratımını haklı gören filozoflar, Parmenides'in kuruculuğunu yaptığı Elea okulunun öğretilerinden ayrılır. Varlığın tasdik aşaması, onlara göre aslında varlığın niteliklerinin gizlemekte olduğu öncüllüktür.

Aksi bir ihtiyar denince benim aklıma Herakleitos gelir. Öyle ki, cesetlerin gömülmesini bir absürtlük olarak görmüş ve bunun sonucunda her türlü cenaze işini lanetlemiştir. Buna mukabil, onun cesedini bir gübre yığının altına gömmüşlerdir. Bunun gibi, doktorluğu da aykırı bir meslek olarak görmüş ve hastalıkların tedavi edilmesini insana yapılmış bir hakaret olarak nitelendirmiştir; nitekim, işin sonunda da devası olmayan bir hastalıktan dolayı ölmüştür. Şu ünlü söz ona aittir: "Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz." Daha sonraları öğrencilerinden biri bunu daha da ileri götürecek ve şunu diyecektir: "Nehirde bir kez bile yıkanılmaz." Zira nehir akmakta olandır ve akışın tümünde varlık anı yaşamaktadır ve her an farklı bir andır.

Şimdi, benim felsefem bana varlığın tümüyle yekpare bir bütün olduğu izlenimini veriyor. Elbette bu, algı ve duyuların bir ürünü olmadığı gibi, aksine, tamamıyla aklın yani düşüncenin bir doğuruşudur. Değil mi ki, "dünya," Schopenhauer'in da dediği gibi, "anlama yetisi için vardır." Buna karşın, ilk ve öncül kanı, bize duyularımızla dünyayı keşfettiğimizi bildirmektedir. Akıl ise, bana öyle geliyor ki, bir kaşif değil ama bir mucittir; ve dolayısıyla her bilgi keşfedilen değil ama icat edilendir. İşte bu felsefe, kişiyi kesinlikten alıkoyar, zira felsefenin bu şeklinde, bilimler için oturacak bir sandalyeye yer yoktur ve Platon'un da nitelediği gibi, "idrak etmek benliğin asıl amacı, bilmek ise sadece bir süsüdür."

Endülüs


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder