Özgür Ruh ve Toplum ya da İyilik ve Diyalektik Üzerine





Doğrular, şartlar ve koşulların esnetilmesi için ortaya atılmış paradigmalardır. Çalmamak, öldürmemek, tabiatın bizden istediği şeyler değil, tam aksine bilhassa bizi zorladığı şeyler ve aslında bizden istediği şeylerdir. Modernite, kutsal tabularını bu nedenle hala korur; aksi halde bolluğun ve bu denli üretimin sebep olduğu ürün ve miktar fazlalığının eşitlikten amansızca nasibini almamış olması, kutsal kabul ettiğimiz ve onların da doğumunu yaptığı toplumsal akitlerin ve yani kitlesel doğruların bir tezahürü, karşı konulamaz bir sonucudur. Öngörülemez bir biçimde kendimizi tutsak ettiğimiz bu ilkeler, ahlak prensipleri kisvesi altında önümüze getirilir ve bunun sonucunda da asıl ahlaksızlık, eşitsizlik ve beyhude bir sınıf ayrımı ve kavgası ortaya çıkar. Halbuki, tanrıların kendileri bile çalınmış şeylerdir. Yunanlar Poseidon'u, Kartacalılar da Molek'i Fenikelilerden çalmıştır. Bizim olmakla nitelediğimiz her türlü ziynet yahut bireysel hak ve birikimler, aslında ufak bir kafa yormayla incelendiğinde hiç de bizim değildir. Burada Hegel'in sözü hatırlanmaya değerdir: "İnsan her şeyini devletine borçludur." Elbette, kişinin sahip olduğu şeyler, aslında elde etmekten sakındığı şeylerdir. Bu alçakgönüllülük, bu mütevazilik, devletin bireye olan tepeden bakışını ve bunun neticesinde, bireyin devletine duyduğu aşağılık kompleksini doğurur. Vatandaş olan hür olamaz. Yeryüzünde eksikliğini çeken kimsenin olmadığı vatandaşlık sıfatı, Platon'un Devlet'inde değindiği gibi, bireyin özgürlüğüne devletin ne denli müsamaha ettiğine göre tertiplenir ve ifade edilir.
Felsefelerin hemen hemen hepsi topyekün bir anarşist ruh, yahut hiç olmazsa isyanı tolere etmeye karşı bir nezaket barındırır. Nietzsche, üstinsana giden yolda, sınır ve hudutların yok olacağını, üstinsanın milletler arasında dizilmiş taşları kaldıracağını ve yeni sistemin adını "hafif" koyacağını söyler. Buna benzer olarak, Aristoteles, tüm felsefi kuramlarında yaptığı gibi, politikada bütünün asıl hedef olması gerektiğini bildirir. 

Ahlak ne zaman ki dayatılmış şey olmaya başladıysa, orada devletin ilk izleri ve doğum sancıları ortaya çıkmıştır. Toplum, ileri gitmekten çok çekinir ve hatta bundan ölesiye korkar. Zira gelenek ve adetler, toplumdaki kişiyi o topluma ayak uydurmaya çok çabuk hazırlar ve kendisini kazların arasındaki bir ördek yavrusu gibi hissetmesini önler. İşte her türlü gelenek, din, alışkanlık ve uzun zamanlardan beri belleklere yer etmiş sözde "ahlak" ilkeleri, ruhun özgürleşmesi önündeki en somut ve zorlu engellerdir. Devlet, din ve toplum, ruhun sahip olduğu o akıl almaz özgürlüğün ve kapasitesinin bilincinde ve bunu alt etmenin yollarını aramaktadır. Ne var ki, kişi, özgür olduğunu en çok sandığı sırada, tamamen bir tutsaktır. Zira, özgür ruh, özgür olduğunun bilincinde asla olmayacak, onu çepeçevre sarmış dogmatik ve tepeden inmeci düşmanların gürültüsü ve kendi ruhunun sürekli bir soru işareti doğuran kaygıda bırakıcı yapısında ezilecektir. Bu tür ruhlar, hayatın her aşamasında yuhalanmaya, hor görülmeye ve hiçe sayılmaya maruz kalacaklardır. Kendi istemini kendi belirleyen ve her türlü boyun eğmeyi reddedenin ruhu, hafiflemiş ve uçmak için kanatlarını silkelemeye başlamıştır.

Bireyler, doğdukları andan itibaren toplum onlara görünmez ağır taşlar yükler ve sırtındaki bu taşlar yüzünden onların asla dik duramayacaklarını umut eder. Milli hafıza, dini duyarlılık ve politik kader adı altında insana yüklenen bu bayatlamış ve modası geçmiş yükler, bireyin kendisi dışında başka her türlü şeyle uğraşmasına sebep olacak ve kişinin asla kendi ruhuna dönmek ve salt tabiatında ruhuyla hakiki bir bütün olmak gibi hedeflerin en yüceleri için ter dökmesini geciktirecek ve hatta belki de önleyecektir. Buna bağlı olarak, toplumun uyumsuz olarak gördüğü kişi, o toplumun ideallerini içinde gizler. Kalabalıklar korkak olmalarıyla ünlüdür. Elinde sopa tutan herhangi biri, onları hizaya sokmada ve boyun eğdirmede hiçbir güçlük çekmez. Nitekim, kral yahut yönetici olmanın su götürmez bir getirisi de, tıpkı Orta Çağ kral portrelerinde yahut firavunların gravürlerinde de gördüğümüz gibi, sağ elde tutulan asadır. Antik Mısır'da "hak" diye tabir edilen ve halk üzerinde firavuna efendilik yetkisi veren asa, İslam'a da Allah'ın bir sıfatı olarak geçmiştir.

Sadece bireyleri değil ama toplumları da ileriye iten, uçucu ve yakıcı bir yakıt olan şey zıtlıkların ve farklılıkların çarpışmasından doğan fikir ayrılıkları ve karşıt görüşlerdir. Mutlak bir birleme olarak ortaya çıkan dinler bile, bu nedenle, bir süre sonra ister istemez, kendi içlerinde zıtlıklara ihtiyaç duymuştur. İslam Şiayı, Hristiyanlık Ortodoksluğu doğurmuştur. Hegel'in diyalektik dediği bu zıt ve karşıt fikirlerin çatışması, gerçekten de toplumlar için bulunmaz bir nimettir. Zira tıpkı bilimlerin işleyişinde olduğu gibi, her tez bir antiteze ihtiyaç duyar; zira Popper'ın savunduğu gibi, eğer bir fikir çürütülemiyorsa onun doğruluğundan söz edilebilir. Şimdi, iman altyapısından beslenen dini iddia, kendini antitezlere kapattığı için onun doğruluğu büyük bir soru işaretinin gölgesi altında yaşar. Değişmeyeni aramak, inan aklının neredeyse ilk çabalarından biri olarak süregelmiştir. Bunun nedeni, değişimin bir belirsizlik doğurmasıdır ve her hayvanda olduğu gibi insan algısında da, değişmeyeni bulmak, ona sarılmak ve onu savunmak, büyük bir rahatlama, tabiatın ezici ve kaygı verici doğasına karşı "kazan kaldırma"dır. Dini iddia, Sartre'ın felsefesindeki "kötü niyet"i (bad faith) insana aşılar, bu, kaçılınmaz olarak, eşyanın işleyişine ve onun özne yani insanla olan ilişkisine olan bakış açısında gizlediği ve açık açık savunduğu aykırı ve işe yaramaz tutumdur. Değişmeyen her ilke ve prensip, diyalektiği öldürür ve diyalektiğin öldüğü yerde geriye yalnızca çürümeye alışkın bir toplum, sömürülmeye muhtaç bir tebaa kalır. Bu kötü niyet, insanlara hakkı oldukları şeyleri elde etme konusunda geri adım attırır zira din, hakkın kendi tekelinde olduğunu ilan eder ve hakkı eşit bir biçimde dağıtacağını iddia eder. Elbette bunu yapmaz, aksine, niyetini çarpık ve kokuşmuş bir adalet ve eşitlik kisvesi altında sunmaya çalışır, bunun nedeni, her zaman kendisine bir rakip istemesidir. Bu düşman arayışı sonucunda, dini düşünce, kendi çocuklarını yer, onları kendine düşman yapar. Adaletsizlik, adalet iddiasındaki din için sürekli bir esin kaynağı ve var olma imkanıdır. Bu doğrultuda, eşitsizliğin ve her bakımdan insanların hayatını olumsuz etkileyen paradigmanın varlığı, dinin en çok hoşlandığı şey ve ortadan kaldırmakta art niyetli bir tembellik gösterdiği olaylardır.

Salt akıl, anlamak imkanı bulduğu ölçüde kendini meşru hisseder, düşmanlarını yadsır ve eşyanın zorunluluk prensibini inkar eder. Bunun gibi, her türlü haklı çıkma teşebbüsü, aklın anlamak yolunda yaptığı fedakarlık olarak baki kalır. Bunun sebebi, anlamın yaratılmış şey olması ve dolayısıyla her insan için farklı olan anlamın asla bir haklılık taşıyamayacağı gerçeğidir. Herkesin hür bir biçimde kendi anlamını savunabildiği ve ortaya atabildiği bir ortam, gerçek akılsal düşüncenin doğması için en elverişli ortam olur. Elbette, Marx'ın da belirttiği gibi, günümüz toplumu -hala ve daha fazla- bir ekonomik toplumdur. Bundan önceleri, Orta Çağ zamanında, toplum siyaset toplumu ve ondan önce de toplum mitoloji toplumuydu. Felsefenin bu mitoloji toplumundan çıkmasının sebebi de, su götürmez bir şekilde, bilgisizliğin önünde sonunda bilginin ortaya çıkması için en uygun ortam olmasından kaynaklanır. Bunun gibi, teizm ister istemez ateizmi doğurmuştur. İleride, insanlık teizmi aştığında elbet ateizm bir engel teşkil edecek ve onun karşısına da bir rakip çıkacaktır. Bu diyalektiğin zorunlu bir şartıdır. İyi daha iyiyi doğurur, daha iyi de en iyi doğurur ve bir zaman sonra en iyi, başa dönerek sadece bir iyiye evrilir. Ardından bu süreç tekrar eder.

Eğer inanç, bir ödül yahut cezayla karşımıza çıkmayacak olsa, insanların ona inanmamasının önünde hiçbir engel kalmamış olur. Altına parasına yatıran adamın altının ilerde değerleneceği üzerine bir inancı vardır ya da bir ilişkiye giren çiftin ileride mutlu bir yuva kuracaklarına dair bir inançları vardır. Bunun gibi, dindarın da, öte dünyada kendi fiziksel zevklerinin tatmin edilmesi yönünde bir inancı bulunur. Allah rızası için yapılan her iş, büyü bir ikiyüzlülüktür, zira dindar Allah'ın rızasını cennete girmek için bir anahtar olduğunu bilir. Eğer iyilik, iyiliğin kendisi için yapılmıyorsa o şey iyilik değil, olsa olsa meşrulaşmış kötülüktür. İyi olmak, istencin bir taktiri de değildir, doğada iyiliğin bir tezahürü yoktur. Hiçbir aslan bir geyiğin yavrularını düşündüğü için o geyiği yemekten vazgeçmez. Dolayısıyla, iyilik, insanın yarattığı bir şey olmakla beraber, kötülüğün en çok hoşuna giden şeydir. Kötü olma imkanı bulunan insan, kendisine iyilik yapılmasını arzular. Bir katil, iyi hal indirimi umar ya da bir hırsız, mal sahibinin muhtaçta olmadığını düşünür. İyilik yapan kimse, toplumun ona taktir edici gözlerle bakmasının peşindedir ve bu nedenle, çoğunluğun müdahil olduğu her türlü iyilik davranışı soylu bir ikiyüzlülüktür.

- Endülüs


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder