Hızlı olmayı marifet sandık… Aynı anda
birden fazla işi yapabilmek büyük maharetti.
Hem ev işine, hem dışarı işine koşturabilmek
çağdaşlıktı…
Hızlı konuşmak zekâ göstergesiydi…
Hızlı yiyebilmek pratikliğin simgesiydi…
Hızlı soru çözmek daha başarılı
kılacaktı bizi.
Hızlı okuma yarışlarıyla daha minicikken
tanışarak daha bilgili olacaktık.
Hızlı yürümek, hızlı hareket etmek
zamandan kazandıracaktı.
Hep bir acelemiz olmalıydı, hep bir
yerlere yetişmeliydik.
Koşturduk, koşturduk… Ne işler bitti, ne
planlar… Hızlandıkça çözülmesi gerekirken sarpa sarıyordu her şey. Hayata ve
birbirimize karşı kontrolsüzlüğümüz artıyor ve avcumuzun içinden kayıp
gidiyordu zaman.
Aynı anda on çeşit yemek yapabilmek, o
yemekleri yerken ağız tadımızı artırmıyordu oysa. Daha çok soru çözüp, daha
yüksek puanlarla, çok iyi okullara yerleşince mutluluğumuz tavan yapmıyordu.
Hızlı yemek, vücudumuza gereksiz
ağırlıklar ve hastalıklar eklemekten başka bir şeye yaramıyordu. Hızlı okumak,
hızlı soru çözmek, hazmedemediğimiz bilgilerden öte bir yere ulaştırmıyordu
bizi.
Bize yapılan ve farkında olmadan
yavrularımıza yaptığımız kötülüğü hiç bilemedik. Hep bir yerlere yetişme telaşı…
“Hadi yavrum çabuk ye.” “Hadi yavrum hemen giy ayakkabılarını.” O yavrular da
peşi sıra koşturmaya başladı ardımızda. “Neden bu acele?” sorusunun cevabı, hep
bir muamma olarak kaldı, telaştan bu sorunun cevabını merak edebilen bile
olmadı.
Sakinlikte gizliydi evrenin sırrı oysa.
Bir çiçeğin aylar süren serüveninde saklıydı hayatın kokusu. Yüce Yaratıcı’nın
istese anında var edeceği bir canlıyı, aylarca anne karnında bekletmesindeydi
sabrın anlamı. Kâinatın sükûnetinde ne güzellikler uzanıyordu bize. Bilemedik
hayatın anlamını, koşturmakla meşguldük çünkü. Kâh evde, kâh dışarda o işten bu
işe…
Ev işlerini en hızlı bitirmeyi hüner
saydık ama o işler hiç bitmedi. Günden güne, marketten markete koşmayı
sosyallik sandık, çocuklarımızın dilleri dışarıda biz sosyalleştikçe onlar
sosyalliklerini, doğallıklarını kaybetti.
Hissedemeden, farkedemeden, şükredemeden
geçen koskoca bir ömür… Ardımızda her bir davranışımızı kopyalayan çocuklarımız…
Ruhlarını dinleyecek zamanı onlara tanımadığımız, ellerinden çekiştirirken
merak dolu gözlerini etraftan çekip aldığımızama her bir parçası gerilerde
kalan… Heyecanlarını yitirttiğimiz, yeteneklerini körelttiğimiz yavrular…
Geleceğin “Zengin oldum, başarılı oldum
ama mutlu olamıyorum.” diyen psikolog kapıları aşındırıp da bir türlü yaşamanın
hızını kesemeyen mutsuzları…
Kızılderililerin bir hikâyesi vardır,
sıkça anlatılan… Araştırma yapmak için bir süreliğine Kızılderililer ile kalan
bir yazar, onların bir âdetini keşfeder. Kızılderililer, grup halinde
gidecekleri yere doğru hızla ilerlerken birdenbire durup, bir süre bekleyip
sonra tekrar yola koyulurlar. Yazar bu duruma birkaç defa şahit olunca en
sonunda dayanamayıp: “Neyi bekliyoruz? Niye yolumuza devam etmiyoruz?” diye
sorar. Kızılderililerden biri cevap verir: “Vücudumuzun hızlı hareketine
ruhumuz yetişemiyor ve vücudumuz ilerlese de ruhumuz geride kalıyor. Bu nedenle
biz ruhumuzun geride kaldığını hisseder hissetmez, durup, ruhlarımızın bize
yetişmesini bekleriz.”
Peki ya biz? Vücudumuz nerede şimdi,
ruhumuz nerede?
Gonca Anıl
Dahi Beyin Blog