Peki, neden sevmeyi beceremiyoruz? Bize
hiçbir külfeti olmadığı halde neden tam layığıyla sevemiyor, sevdiklerimizle
birlikte olamıyor ve ömrümüz boyunca sevgimizi koruyamıyoruz?
Gelin önce Mevlana’dan kısa bir öykü
okuyalım birlikte:
“Bahçıvan,
bir sabah bağında güzel bir gül açtığını gördü. Baktı, seyretti, hoşlandı,
gönlü ısındı ve onu, sanki âşık olmuşçasına koruyordu. Gözünden kıskanıyor, esen
yelden sakınıyordu.
Bir sabah ne görsün! Bülbülün biri gülün dalına konmuş, yapraklarını bir bir koparıyor, zedeleyip yaralıyor. Önce bülbülü kovaladı.
Ama gülü boynunu bükmüş, mahzunlaşmıştı. Ertesi sabah gül ile bülbül arasında aynı hadisenin yaşandığındı, gülün daha kötü hırpalandığını gördü.
Bu sefer bülbüle kast etmek istedi. Ama bülbül uçup gitmişti. Bahçıvan güle bakıp bakıp ağladı. Üçüncü gün bülbül yine gelecekti. Ona bir tuzak kurdu, bülbülü yakaladı. Ne çare bülbül tuzağa düşesiye kadar gülün bütün yapraklarını yok etmişti, sevgiliye kıymıştı. Üstelik de girdiği kafesten bahçıvana şöyle diyordu:
- A insafsız adam! Sana ne yaptım ki beni kafese kapattın? Eğer sesimi beğenmediğin için beni hapsettiysen ben zaten senin bağının bülbülü değil miyim? Eğer başka bir suç işlediysem bunu bilmek elbette benim hakkımdır, söyle, neden bu kafesi bana reva gördün?
Bahçıvan olup biteni anlattı, gülünü kopardığı için kendisini cezalandırdığını söyledi. Bu sefer bülbül sesini daha da yükseltti:
- Yani şimdi sen, yalnızca bir iki gün içinde solacak bir gülü telef ettim diye mi bunu bana reva gördün? Bunun için mi beni kafese kapattın? Bu seninki adalet midir?
Bağcı merhamete geldi, bülbülü bıraktı. Özgürlüğüne kavuşan bülbül bahçıvana şöyle dedi:
- Ey iyi kalpli aşık, mademki sen bana hürriyetimi verdin, ben de sana hazine vereyim. Bahçenin falanca yerini kaz.
Bahçıvan orada bir küp altın buldu. Sevindi, yeni gül bahçeleri yapmaya ahd etti. Bu arada bülbülü affetti, her seher şakıyışlarını lezzetle dinlemeye başladı. Ve bir sabah merakını yenemeyip ona sordu:
- Bahçemdeki hazineyi toprak altındayken biliyorsun da gül dalının yanına kurduğum kapanı gözünün önündeyken nasıl bilmedin?
- Senin kapanın kaza ve kaderin gereğiydi, diye başladı söze bülbül. Kadere karşı hikmet gözü kapanır. Kişi ne kadar açıkgöz olursa olsun kazaya karşı kördür.
Bir sabah ne görsün! Bülbülün biri gülün dalına konmuş, yapraklarını bir bir koparıyor, zedeleyip yaralıyor. Önce bülbülü kovaladı.
Ama gülü boynunu bükmüş, mahzunlaşmıştı. Ertesi sabah gül ile bülbül arasında aynı hadisenin yaşandığındı, gülün daha kötü hırpalandığını gördü.
Bu sefer bülbüle kast etmek istedi. Ama bülbül uçup gitmişti. Bahçıvan güle bakıp bakıp ağladı. Üçüncü gün bülbül yine gelecekti. Ona bir tuzak kurdu, bülbülü yakaladı. Ne çare bülbül tuzağa düşesiye kadar gülün bütün yapraklarını yok etmişti, sevgiliye kıymıştı. Üstelik de girdiği kafesten bahçıvana şöyle diyordu:
- A insafsız adam! Sana ne yaptım ki beni kafese kapattın? Eğer sesimi beğenmediğin için beni hapsettiysen ben zaten senin bağının bülbülü değil miyim? Eğer başka bir suç işlediysem bunu bilmek elbette benim hakkımdır, söyle, neden bu kafesi bana reva gördün?
Bahçıvan olup biteni anlattı, gülünü kopardığı için kendisini cezalandırdığını söyledi. Bu sefer bülbül sesini daha da yükseltti:
- Yani şimdi sen, yalnızca bir iki gün içinde solacak bir gülü telef ettim diye mi bunu bana reva gördün? Bunun için mi beni kafese kapattın? Bu seninki adalet midir?
Bağcı merhamete geldi, bülbülü bıraktı. Özgürlüğüne kavuşan bülbül bahçıvana şöyle dedi:
- Ey iyi kalpli aşık, mademki sen bana hürriyetimi verdin, ben de sana hazine vereyim. Bahçenin falanca yerini kaz.
Bahçıvan orada bir küp altın buldu. Sevindi, yeni gül bahçeleri yapmaya ahd etti. Bu arada bülbülü affetti, her seher şakıyışlarını lezzetle dinlemeye başladı. Ve bir sabah merakını yenemeyip ona sordu:
- Bahçemdeki hazineyi toprak altındayken biliyorsun da gül dalının yanına kurduğum kapanı gözünün önündeyken nasıl bilmedin?
- Senin kapanın kaza ve kaderin gereğiydi, diye başladı söze bülbül. Kadere karşı hikmet gözü kapanır. Kişi ne kadar açıkgöz olursa olsun kazaya karşı kördür.
Herkes bu öyküden farklı bir anlam
çıkarabilir. Benim payıma düşen şu oldu: Sevmek insana yaratıcının bir
hediyesidir. Dünyada gönderilme gayemiz ‘iyilik üzere yaşamak’ ise, sevmek bu
yaşama biçiminin insanoğluna hediyesidir. Sevmek konusunda sorun yaşıyorsak,
öncelikli olarak özümüzdeki iyi ve kalbî yaşama duygularımızı kontrol etmemiz
gerekir.
Kişisel hırslarımız, ihtiraslarımız,
dünya malına karşı olan doymak bilmek iştahımız sevgiyle aramızda Çin Seddi
gibi duruyor. Hepimiz bir düşünelim, ev araba almak ya da tatile gitmek veya
kişisel ihtiyaçlarımızı temin etmek için gösterdiğimiz çabanın ne kadarını iyilik
yapmak için kullanıyoruz?
Eğer
vermezsek alamayız, kalbinden vermeyen kalbine bir şey alamaz
Sevdiğim bir düşünürün bir sözü var: “Gönlünüzü
verirseniz daha güzel bir gönül kazanırsınız.” Sevmenin şifresi bence bu. Önce
gönüller kazanacağız, gönüller fethedeceğiz. Ağlayan çocukların gözyaşlarını
silmeden, üşüyenleri ısıtmadan, açları doyurmadan nasıl kendi açlığımızı
doyurabiliriz, nasıl kendi yüreğimizi ısıtabiliriz, nasıl kendi gözyaşlarımızı
silebiliriz?
Sevmenin bir döngü olduğuna inanıyorum.
Her mutluluk, her gülümseme her teşekkür bir ‘sevgi’ olarak bize geri döner. Sevmek
bir koyup bin kazanılan piyango gibidir. Bir kere mutluluk verdiniz mi binlerce
kere mutluluk alırsınız sevdiklerinizden. Bir kere yardım ettiniz mi binlerce
kere yardım görürsünüz sevdiklerinizden.
Sevmeyi becerebilmemizin yolu kalbimizle
yaşamayı öğrenmekten geçiyor. Kalbin naifliği, kalbin misafirperverliği, kalbin
hamiyetperverliği bize nasıl sevmemiz gerektiği konusunda her zaman rehber
olmaya hazır. Yeter ki biz ona yeteri kadar şans verelim.
Gönülden yaşarsak başka gönüllerde saklı
hazineleri biliriz, keşfederiz, onlarla sevgi dolu yaşarız. Yoksa önümüzdeki ‘yaşam meşgalelerinden oluşmuş kafesler’in
birinden birine kısılmakla bir ömür tüketiriz sevgili dostlar.
Seçim bizim. Ben kalbin yolunu seçelim
derim.
Adem
Özbay
Kaynak: www.gencgelisim.com