Ekmek Arası Kokoreçin lezzeti




Hiç Yunanlı bir yazardan bir roman okudunuz mu?

Amerika’da yaşayan üçüncü nesil bir Ermeni’yle konuştunuz mu?

Rusya’da yüz elli yıl önce göç edip yerleşen bir Rum’la sohbet ettiniz mi? Evine misafir oldunuz mu?

Yurt dışında herhangi bir ülkede bir Yunan, Ermeni lokantasında yemek yediniz mi?

Bir İranlıyla arkadaşlık ettiniz mi? Beraber yemek yediniz mi? Misafiri oldunuz mu?

Bir Suriyeliyle, bir Iraklıyla sohbetiniz oldu mu? Nasıl yaşadıklarını, hayata bakışlarını gördünüz mü?


Bu sorulara cevabı evet olanların ortak kanaati ve ifade biçimleri şöyle olma ihtimali çok yüksektir. En azından benim kanaatimim bu yönde… “Kültürümüz aynı, bizim gibiler”…
Ardından bir başka cümle gelir “Bizim kültürümüz çok etkili, unutulmuyor”… Bu “Bizim kültürümüz çok etkili, unutulmuyor” yargısı ise kısmen doğru ama esasında ise doğru bir yargı değil. Çünkü kültür dediğimiz kazanımları birlikte kurduğumuz, binlerce yılın birikimi olduğunu unutup kendimize paye çıkarmak doğru bir yargı olamaz. Mesela sakatat türü yemeklerin tamamı Rumlara ait ve biz şimdi işkembe çorbasını, kokoreci  sanki bizim de ama onlar da yapıyorlarmış gibi düşünüyoruz. Ekmek arası kokoreci ısırırken aldığınız lezzet ortak kültürün lezzetidir. Bunu reddetmek ise hiçbir işe yaramaz. Kültürler etkileşimle gelişir ve hayat bulur. Etkileşim olmadığında kendi yağında kavrulan bir toplumun durumuna düşülür ki şu anda kısmen bu sıkıntıyı yaşamaktayız.


Oluşan kültürün etkileşimini test etmek ise oldukça kolaydır…

Yunanlı bir yazarın özellikle taşra için yazılmış bir romanında isimleri Türkçeleştirsek, okuyan biri o romanın Yunanistan’ı anlattığını anlamaz ve Türkiye’de geçmiş sanır. Olayları değerlendiriş biçimleri, üzüntüleri, sevinçleri, değer yargıları bizim gibi…

Amerika’da üçüncü nesil bir Ermeni’nin Türkçeyi biliyor olması ve evlerinde hală Türkçe konuşuluyor olmasına şaşırmamak mümkün değil…

Rusya’da yine yüz elli yıl önce Kars civarlarından göç etmiş Rum’ların hem Türkçe konuşmaları, hem de Türkçe türküler söylemeleri de yine şaşırtıcı…

Yemekler, sofra düzenleri ve misafir ağırlama biçimleri de insanın kendisini ülkesinde veya evinde hissedeceği kadar benzerler…

Yurt dışında Türk lokantası bulunamayan yerde bir Rum veya Ermeni lokantasında damağın alışık olduğu yemekleri bulmak mümkün…

Bir Rum veya Ermeni müziği de kulağımızın alıştığı ve yüreğimizi titreten melodilerle, türkülerimizle benzer duygular oluşturabiliyor. Sözler, bilmediğimiz bir dil de olmasına rağmen feryadı, ağıtı, sevgiyi hissedebiliyoruz. Aynı duyguyu paylaşıyoruz.

Bir İranlı, Iraklı, Suriyeliyle arada küçük farklılıklarla büyük benzerlik göstermekteyiz. Müziğimizde kullandığımız aletlerin nerdeyse tamamı aynı. Notalandırmamız, halk müziğimiz aynı melodileri içeriyor. Yemeklerimiz, giyinmemiz, dekorumuz, duruşumuz, misafir ağırlama biçimimiz, tepkilerimiz tamamen benzer…

Yediğiniz salatanın, mantının, lahmacunun, dinlediğiniz şarkının, türkünün, kullandığınız aletin, giydiğiniz eldivenin, oturduğunuz sandalyenin, izlediğiniz tiyatronun, yaptığınız nişan ve düğünün, çocuğunuza yaptığınız diş hediğinin ve binlerce kültür parçasının menşeinin hangi gruba ait olduğunu hiç düşündünüz mü?  

Kültürler yıllar içinde biriken ve etkileşimden doğar. Bunu görmezlikten gelerek kendi kabuğuna çekilmiş hiçbir toplum yenilikler yapamaz ve mirasyedi durumuna düşer…
Etkileşim sonucu oluşmuş kültür, aslında hiçbir etnik unsurun değildir. Ortaya çıkan sonuca katkısı olanlar, o topraklarda birlikte yaşamış ve sınırları devletler tarafından tel örgülerle çevrilinceye kadar paylaşmayı bilmişlerdir. İşte bu paylaşım ortak kültürü oluşturmuştur. Dilin ağırlıklı olarak Türkçe kullanılması, unutulmaması ve hală konuşuluyor olması ise bir tür paylaşımın tescilidir.

Etkileşim sonucu oluşmuş ortak bir kültürün adını sadece Rum, Ermeni, Arap, İran veya Türk kültürü gibi tanımlamak insanları rahatlatmaktadır. Milliyetçi duyguları okşamakta ve “ben” merkezli bir duygu oluşturmaktadır. Tabii ki bu duyguyu 1900’lerin milliyetçiliği körükleyen akımların yüzeye çıkmasına sebep olduğu gibi halen desteğini de sürdürmektedir. Devlet ve millet algısıyla kültürü tanımlama gafletiyle de birbirini yok sayma durumuna ve düşmanca düşüncelerin yeşermesine zemin hazırlanmıştır. Oysa devletler değişir kültürler yaşar. Milletler savaşır ama aynı biçimde ağıt yakar. Ben diye böbürlenir ama aynı müzikle coşar.

Çok ilginçtir ki gerek Türk, gerek diğerlerinin adına hareket eden dernek, vakıf ve bireyler bu ortak kültürü görmezden gelip, herkes kendisine ait olanı başkalaştırmak derdinde…

Kadim ve hâkim kültür bu toprakların şanıdır. Kökleri sağlamdır ve meyvelerini hala vermektedir. Bu kadim çınarı saksıya aktarıp evin çiçeği durumuna düşürmek ise tamamen siyasi ve ideolojik kaygılarla yapılmaktadır. Şu an ülkemizdeki diğer etnik grupların da aynı hataya düşülerek yok sayılması ve bu etnik grupların kendilerini ön plana çıkarıp reddetme yöntemini seçmesi ise kaygı verici olduğu gibi kültüre yapılmış haksızlıktır.


Bu yazı ne Türk kültürünü yermek, ne de diğer kültürleri övmek için yazılmıştır. Bu ayrımcı anlayışı körükleyenlerin, bu yazıdan dolayı kolaycılığa sığınıp hemen düşman, hain gibi yakıştırmalar yapanlar çıkabilir. Bu kişilere önerim şu olacaktır ki etkileşim sonucu oluşmuş kültürel değerlerin aslında kendilerine ait olduğunu ispatlayan, bilimsel değeri olan araştırmalarıyla ortaya çıkarmaları ve yayınlamalarıdır.

Biz bu topraklarda yaşamış ve yaşayan bütün insanların ortak parçasıyız. Yaşam biçimimiz aynı, adlarımız farklı… Bu farklılığı düşmanlığa dökenlere tavsiyem ise ekmek arası kokoreç yemesinler…

Sırrı Çınar
(İronik yazılar serisinden)

Dahi Beyin Blog

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder