Aynaya Yazı Yazmak
Başlık her ne kadar “Tarlaya ektim soğan/ Bitmedi yedi doğan” vezninde olduysa da, okuyup “Eline sağlık yazar kardeş” diyeceğiniz işbu yazı aynaya dairdir; dahası çarçabuk ve çalakalem yapılmıştır; hatası sevabı, simi kumu fakirin olduğu kadar sebep olanın defterinde de makbuldür… Baklayı ağzımızdan çıkarırsak, ayna gibi derin ve serin bir mevzuda bir denemecik kaleme almayı aklımıza sevgili Âdem Özbay düşürmüş; bir yazı güzelinin daha ayna çatlatmasına vesile olmuştur. İyi ki düşürmüştür; zira her ne kadar bir nice aynalı şiir söylemişsek de, işin ucunda şu ölümlü dünyada ayna hakkında bir denemecik kaleme almadan Cennet-i Âlâ’yı boylamak da vardı; hamdolsun, dostumuz, yazı semasında bir ayna yazısının yıldız gibi parlamasına “ayna” olmuştur.
Eh, bu tumturaklı ve iddialı girişten sonra işin ucunda “mahcupluk imtihanı” da vardır; biz ne yazalım şimdi ey okuyucu, nerelere ayna tutalım, aynada neremizi düzeltelim, aynaya nasıl bakalım; her neyse, iş olacağına varır, iyisi mi çağrışım aynasında görünenleri bir özge üslup ile yazı donuna büründürelim ki maksat hâsıl olsun. Okuyanların bahtı ayna gibi aydınlık olsun; o aydınlıktan yazar da nasibini alsın; âmin…
Aceleye geldi, af buyurun, eşyanın tarihine dair kitap karıştırmaya vaktimiz yok; aklımızda kalan, aynanın kumdan yapıldığı ve kişioğlunu icatlarına aynayı dâhil etmeden önce saçını sakalını taramak, hadi tarak da icat edilmedi diyelim, parmaklar ne güne duruyor, evet, zülfünü şekillendirmek için suya baktığıdır. Doğrusu, asıl olan da suyun aynalığıdır; şimdilerde her ne kadar masallarda, menkıbelerde, mesnevilerde kalsa da –ki Mevlana Efendimiz de aslanı kurnaz tavşana sudaki aksini rakip aslan sandırıp öyle avlatmaktadır– gün gelip devran döndüğünde hakiki aynanın su olduğuna elbette “bakılacaktır.” Burada kişioğlunun sudan yaratılışı ile “insan insanın aynasıdır” hakikatini örtüştürmek bizim haddimiz de haddimize de değildir. Narsisizm ile nergis çiçeği de bir miktar bahsedilmeyi beklemektedir, lakin şimdilik yerimiz dar görünmektedir.
Sudan ve aynadan bahsettik; eksik kalmasın; cin peri işleriyle uğraşan tuhaf kişilerin, bazı müşkül meseleleri hâlletmek için ayna ve su kullandıkları da şenlikli bir vakıadır. Gadre uğrayan, ne bileyim evine hırsız giren, ancak şüphelendiği hâlde elinden bir şey gelmeyen mağdurlar o tuhaf kişilerden medet umarlar; henüz ergen olmamış bir çocukcağız suya yahut aynaya baktırılır; gördüklerini anlatır, yanlış anlamasın, aynada kendisini görmez, hadiseyi görür ve şüphe ortadan kalkar… Bu mevzu aynadan çok “polisiye”ye dair bir konudur, üstelik korkuludur; geçilmesinde fayda vardır…
Polisiye tabirini kullandık; eksik kalmasın; ayna cinayet filmlerinin de esaslı dekorlarından biridir ve sevgili katilimiz çokça yalnız yaşayan kadının banyodaki aynasına ve çokça kanla öyle ince tehdit mesajları yazar ki, yine çokça o tehdit gerçekleşir; aynadaki yazının dedektiflerce bir “bulgu” olarak yalnızca fotoğrafı çekilir… Ayrı bir mevzu ama olsun, nihayetinde fotoğraf da hayat aynasındaki görüntülerden seçilmiş özel anların dondurulmuş sureti değil midir? Fotoğrafı geçelim; polis yahut ajan efendinin katili yakalama arifesinde herifçioğlunu birden kırk suret görmesi, mekândaki aynalara yansıyan aynı suretlere bakıp şakına dönmesi, ne hikmetse onca görüntü içerisinde sahicisini birkaç atıştan sonra seçip alnından vurması da bildik film karelerindendir.
Çağrışım aynasındaki suretlere devam; bir de, hamdolsun bugüne kadar karakola düşmüşlüğümüz yoktur ama karakoldaki “var” olan aynayı merak etmekteyizdir… Fosforlu Cevriye türküsünü hatırladınız ve güldünüz; kadının niye fosforlu oluşu, gözlerinden belli olan karasevda, kolundaki damga merak konumuz değildir, lakin polis efendilere ne diye “aynasız” sıfatının yakıştırıldığı, cahilliğimizi bağışlayın, aklımızı karıştırmaktadır. Galiba türküdeki çekicilik biraz da aynasızların karakolunun aynalı oluşundandır. Bu türküyü Ayna grubu biz azizlik yapıp, “ceylan” gibi sektire oynata söyleseydi kıyamet mi kopardı demek de dilimizin ucundadır…
Türkü dedik de, hatırlatmadan olmaz; “Aynalı körük olmazsa ben gelin gitmem” diyen tazenin; türküden bir portre çıkarırsak gelin hanım çok hoş, biz ona nazenin diyelim; nazeninin bir de aynalı körüğe binmeyi başka bir koşulun gerçekleşmesine bağlaması sahiden ilginç bir düğün karesidir. Gelin olacak ya, bu kadar nazı çok görmemek gerekir; icabında onu tavlayan delikanlı “Aynam düştü yerlere/ Karıştı gazellere/ Tabiatım kurusun/ Bakarım güzellere” türküsünü söyleyerek, karşıdan karşıya kızcağızın gözüne ayna tutarak tavlamıştır. Ayna da gazele nasıl karışır demeyin, fakir saçlarını yeni taramaya başladığı zamanda, bir güz mevsiminde ceviz toplarken aynasını düşürmüş, ararken kendi aynasını değil de başka bir ayna bularak ceviz kınası gibi buruk tatlı sevinçler yaşamıştır. O gazelleri ve serinliği bilenler bilir; doğduğu yörelerde ceviz ağaçları olmayanların şiirini ise rahmetli Cahit Külebi ağabeyimiz “biraz” yazmış bulunmaktadır. Burada aynaya başka suretler düşürmemiz gerekir; yakın zamana kadar kırsal kesimde delikanlıların kızlara ben seninle ilgileniyorum mesajını vermesinin bir yolu da ayna tutmaktı ki yabana atılmasın, bu metot hayli işe yaramaktadır. Birkaç kilometre mesafeden bile aynanın şavkı kızın yüzüne getirilerek yüreği pekâlâ hoplatılabilir.
O kız gelin oladursun; fakirin annesi gelin olurken, atın akıtmasına ayna bağlanması, yengelerin atın sağında ve solunda anneme ayna tutmaları gibi mevzular bizcileyin yazar taifesinin değil halkbilimle uğraşanların işidir. Olur a, yakaladıkları ayrıntılarla ve yürüttükleri tahminlerle bir ayna sempozyumuna dörtbaşı mamur bir bildiri sunabilirler; memleket irfanı aydınlanmış ve aynalanmış olur. Kaldı ki günümüzde bile, son model binek otolarında gelin giden kızlarımıza yengeleri tarafından ayna tutulduğuna sürmeli gözlerimizin tanıklığı vardır.
Yukarıda çocukluğumuzdan ve yitik aynamızdan bahsettik de, atlamayalım; hin-i hacette yak cebimizde arkası çiçekli, artist fotoğraflı, hatta horozlu avuç içi büyüklüğünde ayna taşıdığımız, arada bir çıkarıp bakarak saçlarımızı ortadan ayırdığımız çok olmuştur. Emin olun, o kuşağın ekserisi kendisini cep aynasında Kadir İnanır olarak görmüş; rüyasında bir nice Yeşilçam filmi çevirmeden ve kamyonu devirmeden uyanmamıştır. Diyorum, yaşdaşımız olan sevgili Cevdet Karal da o çocukluk masumiyeti ve ergenlik ateşi kokan şiirlerini topladığı kitaba Horozlu Ayna ve Ölüm adını boşuna vermemiştir. Şaka bir yana, bizim çocukluğumuz her erkek evladının bir ayna sahibi olduğu, aynasızların aynasız olmayı dert edindiği yıllara denk gelmiştir. Bu o kadar öyle ki, ilk mektebe gitmeden önce delikanlıların bize öğrettiği nikâh kıyma merasimine kadar sinmiştir. Şöyledir; imam efendi geline sorar; aynasını tarağını bilmem neyini, burası ayıp söylemeyelim, aldın kabul ettin mi, gelin hanım utana sıkıla ve dahi terleye kızara evet der. Bu sefer damat, inciğini boncuğunu, devamı ayıp söylemeyelim, aldın kabul ettin mi sorusuyla karşılaşır ve aynı utangaçlıkla cevap verir. E, ne yapalım onlar ermiş muradına, biz devam edelim aynayı yazmaya…
Onlar ermiş muradına dedik ya, söylemeden olmaz, dünya masallarının pek çoğunda yakışıklı damadı kapmak için ayna çatlatacak güzellikteki küçük kız kardeşine etmediğini bırakmayan, gece gündüz aynanın karşısına geçip “ayna, ayna söyle bana var mı benden güzeli” dediğinde her seferinde “var” cevabı alan çirkin ablaların hatırı sayılır yeri vardır. Neylersin ki güzeli çirkin, çirkini güzel gösteren ayna henüz icat edilmemiş, ayrıca da, masalın doğası gereği çirkin abla tamahıyla ve aynaya duyduğu kinle ölümsüzleşmiş; yine muradına eren dünyalar güzeli küçük kız kardeş olmuştur. Masalda karşısına geçilen ayna boy aynası mıdır, cep aynası mıdır, yoksa masal aynası mıdır, oracığını bir Allah bilir.
Aynayı çoğalttık madem; yeri gelmişken değinelim, hayalimizde saf aynadan, som aynadan mı demeliydik, olsun her tarafı aynadan yapılan bir saray yavrusu yatmaktadır ve arzumuzun kader aynasında tecelli etmesi yine kaderimize bağlıdır. Hadi abartmayalım; nihayetinde, sevgili arkadaşlarımızdan bir tanesi bilmem hangi çiftlikte “Aynacılar Kralı”na, çiftliğin banyosunu bütün teşrifatıyla, küvetiyle, lavabosuyla, sabunluğuyla, tabanıyla ve tavanıyla aynadan yaptırmayı başarmış, o banyoda ağız tadıyla banyo yapmaksa henüz bize nasip olmamıştır. Bir de Nihat Genç yazmıştı, rahmetli padişah efendilerimizden bir tanesi yatak odasının dört duvarını, tabanını ve tavanını aynadan yaptırmıştır ki, ilk çağrışımda padişahımız efendimizin hassaten Çerkez cariyelerle sevişme sahneleri gözümüzde canlanmaktadır. Şimdilerde cep aynası tarihe karışsa da, hanımların çantalarında çerçevesi ve sapı gümüşten bir küçük aynacık saltanatını sürdürmeye devam etmektedir. Ayna o kadar girmiştir ki hayatımıza, yatak odalarında dolapların aynalı oluşu, yetmedi makyaj aynası, banyo ve tuvalette ayna, bazı kamu binalarında gelenlerin kendilerine çeki düzen vermeleri için makam katlarında ayna; hâsılı ayna bolluğundan geçilmemektedir. Berberlerin tıraştan sonra enseye tuttukları ayna ve ayna tutuşları ise daha çok berber yazısında anlatılsa yeridir.
Burada vasıtaların sağ ve sol aynaları neyse de, özellikle taksilerin dikiz aynalarından bir miktar bahsetmek yerinde olacaktır. İster haremlik selamlık kültürünün etkisi, ister kaç-göç alışkanlığı, ister gericilik deyin, isterse bir artı değer olarak algılayın, bizden bir kuşak önce, taksiye bir hanım bindiğinde şoförün dikiz aynasını iptal ederek yan çevirdiğini büyüklerimiz ballandıra tatlandıra anlatmaktadır. Bayan okuyucularımız dikkat buyursun lütfen, günümüzde bu alışkanlık ortadan kalktığı gibi, genelini tenzih ederiz elbette, özellikle büyük şehirlerde çapkın ve bıçkın şoförler bir güzel dilber düşse de bir güzel dikizlesek rüyasıyla direksiyon çevirmektedir.
Tanrı yazarın kendisini dev aynasında görmekten korusun; ayna konusu bereketli bir konudur ve şimdiden söyleyeceklerimiz bir denemenin sınırlarını aşmış bulunmaktadır. Mehmet Varış himmet edip bir “Ayna Kitabı” hazırlamayı kafaya koyarsa, editörlük zor iş ama şöyle dört başı mamur bir ayna yazısı kaleme almak parmaklarımızın borcu olsundur.
Şaka bir yana, ayna sahiden bereketli bir konudur. Daha, Sabahattin Ali üstadımızın Kuyucaklı Yusuf romanında, Yusuf’un baba dostu avukatın yazıhanesinde asılı “Ayinedir bu âlem her şey hak ile kaim/ Mirat-ı Muhammed’den Allah görünür daim” levhasına ve beytin gönül aynamızdaki izdüşümüne ayna tutmuş değilizdir.
Ne bileyim, Hilmi Dede Baba’nın “Tuttum aynayı yüzüme/ Ali göründü gözüme” dizelerini, yüzdeki ayın, ye ve lam harflerinin hangi uzva tekabül ettiğini söyleyerek ayna bahsini zenginleştirmemişizdir.
Henüz, İsmet Özel üstadımızın ““aynada iskeletini görmeye kadar varan/ kaç/ kaç kişi var şunun şurasında” dizelerini mırıldanmamışızdır.
Dahası, Mustafa Kutlu ağabeyimizin Sır’ındaki geçiş dönemi şeyhin aynaya baktığında ruhunun iskeletini görüp sırra kadem basmasına değinmemiş, aynanın ve gönlün sırlı oluşuna dair derin cümleler kurmamış, gönül aynasından iki satırcık olsun bahsetmemişizdir.
Ötesi, “Aynalar söyleyin bana ben kimim” diyen Necip Fazıl üstadın, aynaya yansıyan tiklerinden, endam aynasında hangi titizlikle giyinip kuşandığından, gündelik hayatta bunca özenine karşın ruhunda nasıl aynaları paramparça ettiğinden zerrece bahsetmemiş, hatta “Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince/ Nefesten yumuşak yağan bu yağmur/ Bu yağmur, bu yağmur bir gün dinince/ Aynalar yüzümü tanımaz olur” mısralarını tefekkür etmemişizdir.
Yine, İskender’in aynasından, bu aynanın yalancıların ipliğini pazara çıkardığından; divan edebiyatındaki “ayna” zenginliğinden, ne bileyim Nef’î Efendimizin “Zinhar eline ayine vermen o kâfirin/ Zira görünce suretini bütperest olur” beytinden, aynanın tasavvuftaki anlam ve karşılığından okuyucuyu nasiplendirmemişizdir.
Çalakalem ve çarçabuk aynanın karşısına çıktığımız için şimdilik bu kadardır ve arif olana ziyade geleceği de bilgimiz dâhilindedir. Durun şu bilgisayarı kapatayım; “Yalan yanlış aynalardan/ Baştankara çıkmazlardan…” şarkısı da varsın yarım kalsın…
Mehmet Aycı
Lamure Dergisi Ayna Sayısı
dahibeyin.blogspot.com
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder