İnsan, bilmenin doğasına isyan ettiği vakit kendinde bir olağanüstülüğe rastlar. Ona sımsıkı sarılır zira kendisini her zaman bu varoluşun bir misafiri olarak görmüştür. Bu metafizik algısı, bu canlı varlığın ilk ve tek kaidesi olan hayatta kalmayı bile yadsıyan destansı şiir, ona hiç görülmemiş bir motivasyon, sebebi bile sorulmayan bir cevap vermiştir. Eşyanın içkini olduğunu ona ispatlayan acıyla, yorgunlukla, ıstırapla bezeli et ve kemik torbasına duyduğu öfke ve nefretin bir dışa vurumudur bu. Başlangıç noktasını koyamadığımız bu varlık sahnesi, belirlenmiş parametrelerle sınırlı olduğundan ona iştirak eden insan aklı ile daimi bir orantı ve simetride değerlendirilmiştir.
Tanrı saklanırken insanlar onu arar. Kimileri onu bir kukla gibi konuşturmuş, insan aklına işlenmiş tanrısal konsepti sömürmüş ise de Descartes'ın giriş cümlesinde değindiği gibi, en sıradanımız bile ortak akıldan nasibi almıştır ve her insanın da kendi zekasıyla fevkalade bir örüntüde olduğunu kabul etmiştir. Asıl konumuz olun soruya tekrar dönelim: İki artı iki kaç eder?
Bu soruya aklın vereceği birçok cevap mevcuttur: İlki ve günümüzde en çok kabul göreni, "iki artı iki beş eder çünkü bunu tanrı söyledi," -dir. Tanrı, kimilerine göre avam kesime ama aslında herkese ve en net biçimde "mucize" kelimesinden kendisine götüren bir ipucu olduğunu bildirir. Bununla insanları kendisine çağırır. Yazının başında değindiğim, bilmenin doğasını yadsıyan bu mucize kelimesi, çoğu insan için kutsal ve vazgeçilmez bir kavramdır. Fakat tanrının verdiği akıl bu iddiayı en net biçimde yadsır. Denizin veya ayın ikiye yarılması, taştan su fışkırması gibi, çok şiirsel ama çürük kokusu salan fenomenleri açıklamak için akla başvurulamaz.
İnsanların mucizeye olan tutkusunu açıklamak o kadar da kolay değil. Hiç kimse gözüyle gördüğü bir mucizeye inanmaz; zira eşyanın doğasına baş kaldırabilecek bir güç olmadığının bilincindedir. Fakat bu mucizeler ona başkaları tarafından aşılanırsa bunda bir bahis görmez zira o, mucizeye değil bu mucizeyi ona anlatanlara inanıyordur. İnsanın ne kadar aciz ve bağımlı bir varlık olduğunu biliyoruz. O, var oluş arenasına doğduğundan beri sürekli bir tüketime hapsolmuştur. Yemek yemek, dışkılamak, nefes almak gibi insan, birçok zorunlulukla doğar. Zaten onun en büyük hayali olan gökler katında o, hiçbir zorunlulukla baş etmeden, her nasılsa eşyanın geçici hevesleriyle vakit geçireceği bir ütopya kurgular.
Elimizde sınırlı bilgi ve bu bilginin odak noktası olan neredeyse değişmez, katı kurallarla sınırlı bir eşya mevcut. Hiçbirimiz uçamıyoruz, hiçbirimiz uykusuz bir hafta dayanamıyoruz. Zorunluluklarımızı giderdiğimiz ölçüde mutlu oluyoruz. Ses tellerimizin titreşmesiyle belli hakikatleri bağırıyorsak da bu neyi değiştiriyor? Kelimeleri yaratan biziz, yolu da istikameti de biz uydurduk, şu an dünyanın herhangi bir yerinde herhangi birisi olarak yaşabilirdik; bu tantana, bu başı sonu belirsiz varlık niye?
Bir değerli büyüğüm bana bir keresinde şunu demişti: "İnsan gün içerisinde anlık aydınlanmalar, sıçramalar yaşar, birkaç saniyeliğine hakikati görür." Bu o kadar doğru ki! Sanki ruhumuz çıkarın ulan beni bu kan kokan et parçasından diye inliyor içimizde. İnsanın bu var oluşa ait olmadığı o kadar bariz ki, her şeyin bir yanılgı ve yansıma olduğu, gölgeler içinde gölge olduğu o kadar ortada ki, insanlar bu en acı ve sert gerçeği göz ardı etmek için aşağılık bedenin zorunlulukları ile bir oraya bir buraya savrulup sonunda hırıltılı bir nefes vererek siktir olup gidiyorlar bu varoluştan.
İçinizdeki benlik dışında bu mavi-yeşil gezegende hiçbir hayati, hiçbir önemli, hiçbir kayda değer anlam yoktur. İnsanı bedeni dışında bir benlikle tanımlamak kadar da zor bir şey yoktur. Filozoflar da bu sorunun cevabını kısmen de olsa aramışlardır. Özellikle Kilise filozofları, ruh dışında hiçbir gerçekliğin olmadığını, varlığı var edenin insan bilinci olduğunu savunmuşlardır. Bu ikircikli konu, en büyük felsefi tartışmalardan birçoğunu doğurmuştur. Benlik nedir? Ruh mudur, beden midir, yoksa ikisinin bir karışımı mıdır? İnsan bilince kavuştu kavuşalı kendisini göklerdeki gücün yerdeki bir yansısı olarak görmüştür. Kant, gökteki yıldızlara ve içindeki ahlaka vurgu yaparken bunlar arasındaki bağı işaret ediyordu. Schopanhuer, anlamı anlamsızlıkla yadsırken, aklın turnusol kağıdı olan değer yargısından yola çıkıyordu.
Her şeyi cevaplayacak soru şudur: Gözümüzü kapattığımızda görmeye devam ediyor muyuz?
Endülüs