Biz, birisine kırıldığımızda “Aşk
Olsun” diyen bir toplumuz. Birisinden bir şey rica ettiğimizde “Allah aşkına”
deriz. Yüzyıllardan bu yana Yunus Emre, Mevlânâ gibi âşıklar yetiştirmişiz.
Halk ozanlarımız birer âşıktır. Aşk için ölümü göze alan nadide toplumlardan
biriyiz; hatta Şirin’i için dağları delen efsanelerin kralı Ferhat, bizim
hamurumuzla yoğurulmuş bir kişiliktir.
Aşk gibi bir muammayı, burada birkaç satıra sığdırmak mümkün
değil, farkındayım... Bununla birlikte Aşk Zekâsı adını verdiğim
kavramdan kısaca bahsetmek isterim.
Aşk için ölümü göze alan nadide toplumlardan biriyiz; hatta
Şirin’i için dağları delen efsanelerin kralı Ferhat, bizim hamurumuzla
yoğurulmuş bir kişiliktir. Tamam, farkındayım: Aşk, sadece karşı cinse duyulan
bir duygu oluşumu değil. Allah aşkı, doğa aşkı, sevgiliye duyulan aşk, meslek
aşkı, okuma aşkı, yazma aşkı, vatan aşkı, millet aşkı ve daha bir sürü aşk
çeşidi var. Gerçekten aşk, birçok çeşitlere ayrılabilir mi acaba? Bunu biraz
irdelemek gerek.
İnsanoğlu, sonsuza özlem duyacak şekilde yaratılmıştır. Bu
da tabii ki normaldir; çünkü bizi Yaratan, bizi “kendi ruhundan” üflediğini
bildiriyor. O sonsuz büyük ruhtan birer cüz olmamız hasebiyle, elbette ki
sonsuza özlem duyan bir yaratık olmamız, eşyanın tabiatına fevkalade uygun bir
durum. Sonsuzluğa özlem duyan bu özelliğimiz, insanoğlu olarak bizleri çeşitli
anlamların sembollerine doğru çekiyor, ister istemez… Bu sembol de genellikle
“aşk” oluyor. Aşk, sonsuzluğa duyulan özlemin duygularla sembolize edilmiş
hali… Dolayısıyla karşı cinse duyulan aşk kadar, vatan aşkı, peygamber
aşkı, Allah aşkı, meslek aşkı diye tabir ettiğimiz aşk çeşitleri de, gerçekte
Hakikat’e, Hakk’a, yani bizi yaratan o Sonsuz Güç’e olan özlemden beslenmekte.
O da öyle diyor ya : “Sonunda hepiniz bana döndürüleceksiniz.” diye… İşte o
”Dönüş”ün özlemi bu; istesek de istemesek de, korksak da korkmasak da… Mevlânâ
korkmuyordu bu ”Dönüş”ten… Bilâkis, o buluşma anına, “Şeb-i Arûs” diyordu, yani
düğün gecesi, yani sevgiliye kavuşma…
İşte insanoğlu, ister farkında olarak, isterse farkında
olmayarak, Sonsuz Güç’e olan özlemi sayesinde, sevgisini yoğunlaştırıp, bir
anlama, bir sembole odaklamak suretiyle “aşk” adını verdiği bir anlamlar
bütününe adıyor kendini… Mecnûn, Leylâ’sını uzun yıllar sonra bulduğunda, aslında,
perişan yıllarının arayışının Leylâ olmadığını, aradığı şeyin başka bir şey
olduğunu itiraf etmemiş miydi? Neydi o? İşte İlahi Aşk, kendisini birtakım
kişilerde, mekânlarda ya da eşyalarda tezâhür ettirebilir. Bunun böyle olması
da gayet normaldir. Zira Ay, ışığını Güneş’ten alarak etrafa verir. Ayna,
kendisine yansıyanı gösterir…
Şimdi gelelim Aşk Zekâ’sına… Aşk’ın zekâsı olabilir mi?
Elbette olur. Howard Gardner amcamızın ortaya koymuş olduğu “Çoklu Zekâ”
teorisinden bu yana birçok zekâ çeşidi keşfedildi. Artık, matematiksel, sözel,
sosyal, ritmik, duygusal gibi zekâ çeşitlerinin yanında, profesyonel, manyetik,
ruhsal, varoluşsal gibi zekâ kavramlarından bahsediliyor. En son, Dr. Muhammed
Bozdağ hocamız, “Sevgi Zekâsı” kavramını, aynı adlı kitabında kullandı. Beynin
aşkı kullanabilme yetisine de Aşk Zekâsı demek herhalde yanlış olmaz artık… Bu
mahareti bizim toplumumuz asırlardır çok iyi kullanmış; nice bilgeler
yetiştirmiş aşkı anlatan… Günümüz kültür yozlaşması bombardımanına inat, bu
değerlerimizin kıymetini bilelim, ışık dolu günlere tekrar kavuşalım…
Hak âşığı Mevlânâ’dan birkaç satırla bu yazımızı bitirelim.
Aşk zekâmızı, hep birlikte, hayatımızı güzelleştirecek şekilde kullanmak
dileğiyle…
Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamağa başladı,
çevikleşti,
Ey âşık! Aşk; Tûr'un canı oldu Tûr sarhoş, Musa da düşüp
bayılmış...
Her şey mâşuktur, âşık bir perdedir. Yaşayan mâşuktur,
âşık bir ölüdür,
Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah
ona!
Selçuk Alkan
salkan@gencgelisim.com
Kaynak: www.gencgelisim.com