Bugün Adil’le bir çay ocağında buluştuk. Daha çaylarımız
gelmeden Adil söze girdi…
-Düşündüm de, bir şey olsa, işte elektrikler kesilse, kanun
çıksa yani bir şey olsa da şu televizyonlar kapansa, internet dursa, gazeteler
çıkmasa, dergiler basılmasa…
-E ne olacak yani? Bunlar olmasa?
-Altı ay, altı ay bunlar olmasın bu toplum kendine gelir…
-Yani her şeyin sebebi bu basın-yayın-medya organları mı?
-Değil mi? Artık, gazete, dergi, haber okumak istemiyorum.
Gazetelerdeki köşe yazılarını okumaktan, internetteki haber sitelerinden, TV
haberlerinden, TV’lerdeki tartışma programlarından iğrenme noktasına geldim. Birileri neredeyse
hep aynı şeyleri aynı cümlelerle yazıp, konuşup duruyor. Hepsi ideolojik körlük
içinde yazıyor ve konuşuyor bunları… Hele son on yılda ayrı bir moda olan
itibarsızlaştırma çabaları, yeni bir devlet kuruluyormuş gibi şenlik havaları,
geçmişi anlatıp anlatıp tehdit unsuru ve siyasi rant devşirme çabaları midemi
bulandırıyor. Aptal yerine konuluyor bu toplum.
-İzleme, okuma… Ne diyorlar, zaping yap… Ya zaten gazeteyi
kim okuyor, o dediğin programları kim izliyor ki? Dizi, eğlence, yarışma,
kadın, magazin programları varken…
-Aslında haklısın ama tam da dediğin gibi değil… Biraz
gözlemleme gücünü kullan, göreceksin. Siyasi parti taraftarlığı ve karşıtlığı
her ortamda, her durumda tam belirleyici bir faktör oldu. Aynı kahvede oturup
ayrı partilerin taraftarlığı veya karşıtlığıyla birbirlerinin gıyabında
etmedikleri hakaretler kalmıyor. Nerdeyse birbirlerini boğazlayacak kadar kin,
öfke ve nefret dolular. Aylardır görmediğim bir tanıdığımla karşılaşıyorum,
merhaba, nasılsın dememle hemen siyasi bir nefretini dile getiriyor. Bu nasıl
bir nefrettir? Bu nasıl bir öfkedir? Bu kişi kamudaki görevini tarafsız
yapabilir mi?
-Şimdi de sen haklısın. Bizdeki kadar siyaset konuşan başka
bir toplum var mıdır acaba? Yani konuşulur konuşulmasına da ama her an ve her
konuyu biliyormuş gibi konuşulmasını ben de doğru bulmuyorum.
—Bizim insanımız her şeyi bilir ya… Şimdi yanımızdakilere
dönüp soralım. “Sen Başbakan olsan ne yaparsın?” diye… Hemen başlar şöyle
yaparım, böyle yaparım diye anlatmaya… Eğitimin, tecrüben nedir diye sorsak,
alacağımız cevabın ne olacağını tahmin et işte… Ama kalkıp bir kişi bile “ben
Başbakan olamam, o makam bana çok uzak” demez. Hangi konuda olursa olsun hep
aynı sonucu alırız. Sanat, kültür, siyaset, eğitim, sağlık, felsefe, dünya, din,
edebiyat, üniversite, şiir, sinema… Yani her konuda bir fikri vardır bizim
insanımızın.
-Yani hadlerini bilmiyorlar?
-Bir nevi öyle… Bu aslında aileden başlar ve okulda devam
eder. Bilmemek ayıptır. Bilmiyorum demek çok ayıptır. “Sen bunu nasıl
bilmezsin” diye anne-baba-öğretmen ve büyükler çocukluktan itibaren azarlayıp
dururlar. Sonra hadlerini bilmeyen insanlar çoğalır.
-Bu önemli aslında, akademik çevrelerde de böyle,
gazetecilikte de, hele bürokrasi ve siyasette tam böyle…
-Haklısın, adam ü niversitede
bir bölüm, bir ana bilim dalında akademik unvan alır sonra her şeyi bilen olur.
Toplum ona o gözle bakar. Siyasette de öyle, biri seçilip, başkan, milletvekili
unvanını aldı mı dünyanın bütün ilimlerine sahip olmuş gibi ahkam kesip durur.
Bürokraside ast üst ilişkisi yani hiyerarşiden kaynaklı olarak, üstler her
zaman bilir havasına girerler. Gazeteci, siyaset bilir, sanat bilir, sosyoloji
bilir, yetmez spor bilir… Oysa, Üniversite hocaları en fazla kendi alanında
doçent oluncaya okurlar. Kendi alanlarında okurlar, bunun altını kalınca çiz.
Doçentlikten sonra ve hele Profesörlükten sonra ise asla okumazlar. Okuyan
nadiren birkaç kişi çıkar. Geneli böyledir. Bir ruh hali ki bütün bilimleri,
bilgileri hatmetmiş gibi kasılıp durular. Söyledikleri saçmalıklara cevap
verildiğinde ise hemen saldırganlaşırlar ve hakaret etmeye başlarlar. Adam
gençlik yıllarında öğrendiklerini kalkıp otuz yıl sonra satmaya çalışıyor. Hem
de köydeki kahvede konuşulanlardan farksız ve kulaktan dolma bilgilerle konuşuyor.
Ona yeni bilgilerden bahsedince de
saldırganlaşıyor, küçümsüyor, hakaret ediyor…
-Ya güldürdün beni Adil…
Oysa bu konularda atalarımız ne güzel şeyler söylemiş, değil mi?
-Bir söz vardır ki her şeye bedeldir “Eşeğe altın semer
taksan da eşek yine eşektir” sözü… Bir de “ye kürküm ye” diyen Nasrettin
Hocanın kıssası var ki çok şeyi açıklıyor. Hadlerini bilmeli insan, haddini
bilmek en büyük erdemdir.
-Erdem, fazilet, ahlak, haddini bilmek… Sen yine çok şey
istiyorsun Adil… Bırak insanlar
yaşasınlar, bildikleri gibi yaşasınlar…
-Yaşıyorlar zaten… Ben bu insanların iki yüzlülüklerini
anlamıyorum. Çok ciddi bir değer törpülenmesi var. Bırak sosyal ve genel
konuları, bireysel değerler bile törpülenmiş. Karı kocayı, koca karısını, baba
çocuğunu, çocuk babasını, arkadaş arkadaşı, dost dostu değersizleştirmiş.
Kadir, kıymet bilmek, minnet duymak diye bir şey kalmamış. Kim kimi bulduysa o
anlık eğlencesine veya mutluluğuna meze ediyor.
-Bak bu tanımın çok güzel…Meze etmek…
-Evet, meze ediyorlar. Değer vermiş gibi olduklarını da -sokak
ağzıyla diyeyim-, hemen satıyorlar. Sürekli
kral öldü, yaşasın yeni kral diyenler ve ikiyüzlü davranıp, gündüz ayrı, gece
ayrı olanlar… Kaptı kaçtı gibi ganimetten ne kadar alırım anlayışıyla
aşureleştiriyorlar.
-Aşure mi? O da nerden çıktı şimdi?
-Biliyorsun aşureye çok şey konur. Onlarca madde atılır
içine ama sonuçta ortaya çıkan, atılanların hiçbiri değildir. Aşure diye bir
tatlıdır. Başkalaşmıştır şeker, incir, fasulye, nohut, nar, buğday… Bizde de
her şey öyle…
-Anlamadım! Ne diyorsun? Aşure güzel bir tatlıdır ve ben de
çok severim…
-Bir çevrene bak, tanıdıklarını düşün, arkadaşlarını,
dostlarını hatırla… Kendilerini nasıl tanıtırlar ama gerçekte nasıllar? Azıcık
siyasi kimlik, azıcık dini bilgi, azıcık akademik bilgi, azıcık geleneksellik,
azıcık çağdaşlık, azıcık hümanistlik, azıcık dostluk, azıcık arkadaşlık ama çoğunluk
bencillik, çıkarlarını düşünmek, üstünü de sevgi, saygı kırıntılarıyla
süslemek… Aşure gibi işte, içinde her şey var ama tadı şeker verir. Bu
insanların tadı da bencillik, çıkarcılık ve iki yüzlülük…
-Adil sen hep mükemmelin peşindesin. İnsan bu, tabii ki
birçok özelliği olacak.
-Olacak ama insanca olacak… İşte gördüğün gibi ben Adil’im
ve yalnızım. Benimle olmayanların durduğu yer neresi?
-Sen kelime oyunu mu yapıyorsun şimdi? Adille beraber
olmayanın yeri adilsizlik, diğer adıyla adil olmamaktır.
-Ben vicdanla konuşurum… Vicdanı pırıl pırıl olanlar bu sesi
duyar, olmayanlar ise bir değil bin bahane bulurlar. Bütün bunların sebebi
sürekli akan kirli ve didaktik bilgiler işte… İnsanların kendileriyle
yüzleşmelerine izin verilmiyor…
Adil’in konuşması bitmek bilmedi… Adil sohbet boyunca yine
dertlendi, kızdı, güldü ama söyledikleriyle, yine benim bir haftamı berbat
etmeyi başardı. Söylediklerinin üzerinde düşününce keyif kalmadığı gibi,
sorgulamaların ucu bir açılıyor, ardı sıra yeni sorgulamalarla devam ediyor.
Keyif meyif kalmıyor?
Adil’in konuştuklarının hepsini yazmadım tabi ki…Belki sonra
yazarım… Uzun bir sohbetti, küçük
iskemlelerde tam tamına beş saat oturmuşuz.
Çaylar gelip gittikçe, çay ocağının sahibi içten içe şükrediyordu. Niye
etmesin ki? İki kişi onlarca kişinin içtiği çayı içiyordu. Kalktığımızda hesabı
öderken başka kafelerdeki(Cafe) üç-beş çay parası kadar hesap ödememize rağmen
çay ocağının sahibi sevinmişti. Kafelerde(Cafe) bir bardak çayın yarım kilo
kuru çay fiyatında olmasına isyanımı dile getirdiğimde Adil beş saatlik
sohbetten yorulmamışçasına dakikalarca konuştu.
Sırrı Çınar
Dahi Beyin Blog
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder