Eski devirlerden birinde, bilge bir kral, sarayda
büyük bir davetin olduğu bir gün, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya
koydurmuş, kendisi de sarayın geniş pencerelerinden birinin kenarına oturmuştu.
Güneş yavaş yavaş yükselmeye başladığında,
davetliler yola düşmeye başlamıştı. En zengin tüccarlar, en güçlü kervancılar,
en meşhur sanatçılar, civarda oturan saray görevlileri, sair davetliler..
hepsi
birer ikişer saraya doğru yola koyuldular ve yolun ortasında koca bir kaya
parçası görünce de mecburen kayayı dolaşıp yollarına devam ettiler. Birçoğu
kendi kendine söylendi, kendi kendine söylenmekle kalmayıp güvendiği
dostlarıyla da bu kayanın lafını edenler oldu. İçlerinde, ”Halktan bu kadar
vergi alınıyor ama şu işe bak sarayın yolu bile doğru dürüst bakılmıyor. “ diye
yüksek sesle konuşmaya cesaret edenler bile vardı.
O gün şehrin pazarına sırtında mal getirmekte olan
köylü de o yolun yolcuları arasındaydı. Her hafta şehre mal indirdiği yolda
kocaman bir kaya görünce, sırtındaki küfeyi yere koydu, iki eliyle kayaya
sarıldı ve ıkına sıkıla itmeye başladı. Kaya öyle bir-iki hamleyle yerinden
oynayacak gibi değildi. Ama köylü, gelenin gidenin rahatı için kayayı yerinden
oynatmaya kararlıydı. Öyle etti, böyle yaptı, yoruldu, terledi, ama en sonunda
kayayı yolun kenarına itmeyi başardı.
Sonra küfesini almaya yöneldi ki, kayanın eski
yerinde bir kesenin durduğunu farketti. Merakla keseyi açtı. Kese altın
doluydu. İçinde de kral adına yazılmış bir not vardı:
”Bu altınlar, başkalarının rahatı için kendi
rahatından fedakarlık edebilen birine, yani bu kayayı yoldan çeken kişiye
aittir. Güle güle kullansın”
Dahi Beyin Blog
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder